30 Aralık 2015 Çarşamba

2015 YILINDA OKUDUKLARIMDAN NELER KALDI AKLIMDA?

Merhabalar
Herkes yeni yıl için dilekler tutup hesaplar yapıp kararlar alırken ben de 2015 in muhasebesini yapıp beni bu yıl okuduklarımdan hangileri etkilemiş bir bakayım istedim. Öncelikle bu kitapların bazıları 2015’te  ilk kez yayınlanmış olsa da bazıları daha eski tarihlere ait. Tek ortak noktaları benim kitaplığıma bu yıl gelmiş olmaları:) Başlamadan önce bu kitapları dercelendirmek haddime olmadığından tamamen randomize sıraladığımı bilmenizi isterim. 

TESPİH AĞACININ GÖLGESİNDE - HARPER LEE

Yazarın 55 yıl sonra yayınlanan ilk kitabı olmasının yanısıra Kasım ayında gerçekleşen TUYAP İSTANBUL KİTAP FUARI’nda yayınevinin patlattığı bomba olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim roman yazarın BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK romanının 20 yıl sonrasını konu ediyor. O yüzden o romanı okumadan bu romandaki bazı gönderme ve devam niteliği taşıyan olaylardan zevk almayabilirsiniz. Ama o romanı bilenler için şunu söyleyeyim, Scout yine aynı bildiğimiz Scout… Yavaş yavaş sindire sindire okudum, bitecek diye korka korka… Kitaptan bir alıntı yapmadan geçemeyeceğim. ‘’Çirkin bir sözcük olan önyargı ile tertemiz bir sözcük olan inancın ortak bir noktası var : Ikisi de  mantığın bittiği yerde başlar.’’ s:233 

FETHİYE ÇETİN - ANNEANNEM

Muğla’da uzun süre arayıp Tüyap İstanbul’da bulabildiğim ANNEANEM bir anlatı, ağdalı sözcükler, abartılı anlatımlar yok. Ama galiba o yüzden bu kadar sevdim. Bu arada aklıma gelmişken Metis Yayın evine sesleniyorum: Yayın evinizden sadece Murathan Mungan Kitaplarının çıkmadığını bilmeyen Muğla'daki kitap evlerinde diğer kitaplarınızı da bulabilmek istiyorum… 

OĞUZ ATAY - TUTUNAMAYANLAR 
Lisede çok erken okuyup bu yaşta çok geç anlayabildiğim, bundan dolayı çok utandığım, tanıdıkça anladıkça, kendi çağında anlaşılamamış olduğuna çok üzüldüğüm ‘’adam’’ Oğuz Atay… Tutunamayanlar yazarın aklının her köşesinde fırsat bulduğunuz okuması da anlaması da çok zor olan bir roman. Size ne konusundan bahsedebilirim ne sonundan ne başından… Geniş zamanlarda, tenha mekanlarda tek başına okunmalı. 

AZRA KOHEN - Fİ, Çİ, Pİ 

Zaten blogda yayınladığım genişçe bahsettiğim üçleme benim farkındalıklarımı arttırdı diyebilirim. Ama asıl Tüyap'ta karşılaşıp tanışma fırsatı bulunca yazarın enerjisinin beni nasıl çarptığını kelimelerle anlatamam işte Azra Hanım’a sevgilerimi iletmek istiyorum. 

HAKAN GÜNDAY - KİNYAS VE KAYRA  
Bence o ne yazsa ne karalasa okumalı insan. Her ayrıntıda gerçekliğine daha fazla inandırdığı kurgu romanları arasında bu romanın yeri bende ayrı. Geç tanıdığım için utandığım yazarlardan Hakan Günday. Yine bu yıl Tüyapta tanıma fırsatı bulunca bu kadar normal görünen bir adamın kafasından mı çıkıyor bütün bunlar diye düşünmeden edemediğimi de söylemeden geçemeyeceğim. Yazarın son romanı DAHA  da bu yıl Fransa da En iyi yabancı roman ödülünü alarak yüzümüzü ağartan işlerden oldu.

SABBİNE DARDENNE -ONİKİ YAŞINDAYDIM. BİSİKLETE BİNDİM VE OKULUN YOLUNU TUTTUM…

Böyle uzun bir ismi olduğuna bakmayın 150 sayfalık bir gerçek hayat hikayesi. Bir kadın olarak tecavüz romanları okumak  tercihlerim arasında bulunmasa da 2 küçük yaşta kız çocuğuna tecavüz hikayesi okudum bu yıl bu kitap da onlardan biriydi.Diğeri kurgu olsa da bu roman tamamen gerçek hayattan alınma ve tamamen mağdurun ağzından yazılmıştı. Amacı bu tip psikopatların iyi halden salıverilmesini önlemek olan bu kitap umarım amacına ulaşır. 




BİT PALAS -ELİF ŞAFAK

Kitapseverlerin çoğu Elif Şafak ile AŞK romanıyla tanışmış olsa da ben yazarla ilk kez USTAM VE BEN romanıyla tanıştım. 2015 yılında BİT PALAS’I okuduğumda bu romanı benim için diğer romanlarından başka bir yere oturuverdi gönlümde. Ayrıntılı yorumu blogda mevcut.

KELİME DEFTERİ -NAZAN BEKİROĞLU

Yazarın MİMOZA SÜRGÜNÜ, NAR AĞACI, MÜCELLA romanlarını okuduktan sonra elime bir sahaftan geçen KELİME DEFTERİ için nerdeyse geç kaldığımı farkettim. Takip ettiğim bir yazar deneme, otobiyografi ya da günlük yayınlamışsa mutlaka alıp okurum. Çünkü yazarı tanımak için büyük fırsattır bunlar. Malum Nazan Bekiroğlu çok medyatik olmadığından onu da bu kitapla tanıma fırsatı bulup bir kat daha hayran kaldım.

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ- MİLAN KUNDERA

Yazarın şimdilik okuduğum ilk ve tek romanı olsa da mutlaka devam etmeliyim. İnsan duygularını bu kadar net ve keskin anlatabilen çok az yazar okudum çünkü. Bu arada kitabın bir de filmi varmış onu da 2016 izlenecekler listeme aldım bile:) Bu arada kitabın çevirisini yapan FATİH ÖZGÜVEN’in de adını geçirmeden olmaz tabi…

ELVEDA GÜZEL VATANIM -AHMET ÜMİT

2015’in son aylarına yetişen bu roman yazarın okuduğum tek romanı ama tarih bilgisi ve güçlü kalemi okumaya devam etmem için bir sebep.

KAFAMDA BİR TUHAFLIK -ORHAN PAMUK

Lise yıllarımda YENİ HAYAT ile başladım yazarı okumaya sonra tüm romanlarını okuyup beklemeye başladım çıkan her romanını hemen okumak için. Beklediğime hep değdi. Yorumu blogda mevcut.
Toplamda 200 den fazla kitap okudum bu yıl ve hepsini yeni bir tecrübe her kahramanı da yeni bir dost gibi bastım bağrıma. Yeni dergilerle de tanıştım bu yıl Sabit Fikir daima favorim olsa da KAFKAOKUR bu yılın benim için parlayan yıldızıydı. Ben 2015'ten asla okumaya doymayacağımı, asla öğrenmenin sonu olmadığını öğrendim… Sizin yılını nasıl geçti? 2016 yapılacaklar listenizi hazırladınız mı? Bilmiyorum ama önümüzdeki yıl benim için ‘’kitap okumak’’ diye madde sıkıştıverin aralara… 2015 güzeldi 2016 daha da güzel olsun….


  

9 Aralık 2015 Çarşamba

MİDDLESEX (JEFFREY EUGENIDES) -kitap yorumu

‘Sen erkeksin, ben de kızım’ dedi küçük çocuk; sarı bukleleri başak tarlasına vuran gün ışığı  gibi ışıklar saçıyordu. Karşıdaki kara gözlü, tombulca oğlan atıldı hemen ‘ben de erkeğim, zaten benim pipim var’.  Dört bilemedin beş yaşında iki çocuğun kulak misafiri olduğum bu sohbetleri düşürdü aklıma bu kitabı… Cinsel kimliği öğretilmiş iki küçük çocuk bugün yaptıkları  bu masumane sohbeti büyüyüp kocaman yetişkinler olduklarında da hatırlarlar mı bilemem. Ama hayatta herşeyin siyahla beyaz ,kadınla erkek, iyiyle kötü ya da güzelle çirkin gibi keskin çizgilerle ayrılamadığı durumlar olduğunu da öğrenmiş olurlar umarım o zamana kadar. 


Çünkü bazen yaşarken öğreniriz hayatın bizlere oynadığı oyunları; gen dediğimiz ama sırrı bugün bile bence tam olarak çözülememiş miniminicik sır küpleri gözümüzü, kaşımızı, sesimizi, saçımızı, boyumuzu, huyumuzu, huysuzluğumuzu saklar içinde ve bazıları dışardan bakınca bile onları ele verse de bazı sırlar yıllar sonra beklemediğimiz anda değil bizi, herkesi şaşırtacak şekilde saçılıverirler ortalığa. Şaşırtırlar evet herkes gibi bizi de şaşırtırlar. Çünkü biz de bilmeyiz neler saklanır içimizde, özümüzde…

Kahramanımız da böyle büyüyor öğretilmiş cinsel kimliğiyle ama bilmiyor tabi bu genler bizden önce yaşayan nesillerden alırlar sırlarını; iyi-kötü, ayıp ya da değil herşeyi getirip büyük büyük babaların, annelerin böyle insanlardı işte diye koyuverir gözümüzün önüne. Kahramanım da böyle karşılaşıyor herşeyle bir şeylerin ters gittiğini herkesten farklı şeyler hissettiğini de böyle anlıyor. 


Ama keşke herşey anlayınca olsa diyor insan, okudukça empati yapmanın imkansız göründüğü bir konu da sanki eliniz yüzünüz saçınız onunmuş gibi sanki herşey yanlış yerleşmiş gibi vücudunuza fazla geliveriyor. Ya da az… Normal sınıfında olan insan grubununun varlığının fazlalığı normal olamayan insanların varlığını yok saymaya neden değildir. Gerçi normal dediğimiz şey nedir?  o da tartışılır… 


Hiç birimize sorulmadı kimin oğlu ya da kızı olacaksın… Hatta kız mı erkek mi olacaksın.. Boyun ne kadar olsun? Nasıl bir vücut  tipi istersin? Sorulsaydı muhtemelen hepimiz uzun boylu renkli gözlü sarışın manken gibi vücutlara sahip tornadan çıkmış kadınlar ya da erkekler olurduk … Peki ya bizi hem kadın hem de erkek olabilecek organlarla dünyaya gönderip seçimi bise bıraksalardı… Cevaplar değişken tabi; belki çoğu erkek ‘kadın olmayı seçerdim’ diyecek çoğu kadının da  ‘erkek olurdum’ diyeceği gibi ama bence çok azı cinsiyetsiz olmayı seçerdi ikisine de sahip ama ikisi de değil. Ne dersiniz? Hak verir miydiniz bunu seçenlere? Kadın ya da erkek olmanın kendine has hiç bir imkanına sahip olmayan, ama aslında ikisini de içinde barındıran biri olmayı, ikisinden biraz biraz olmak yerine ikisini de reddedip insan olmayı tercih eden bir İNSAN… Çok mu karıştı kafanız? Karışmasın. Bence alın okuyun Calliopenin ya da Calli’nin hikayesini ona hak vererek, şaşırarak, bazen üzülüp acıyarak, bazen takdir edip onu çok severek okuyun… Mevzu derin çok düşünmeyin düşünmeden okuyun… 

8 Aralık 2015 Salı

MÜCELLA (NAZAN BEKİROĞLU) -kitap yorumu

Yaşanmamış bir hayat hakkında ne söyleyebilirsiniz? Boşa gittiğini, yazık olduğunu… Dünyaya bir kez geldiğimizi, bu hayatı istediğimiz gibi yaşamamanın büyük hata olacağını… peki bunları kaç kelimeyle anlatabilir, üzerine ne kadar konuşabilirsiniz? İşte usta bir yazar aslında konuşulacak anlatılacak hiçbir şey yokken ondan tam 340 sayfa bahsedebilen yazardır. Bunu yaparken de ‘’ee ne zaman bir şey olacak’’ diye beklemeden bitirdiğinizi görünce sizi şaşırtan yazardır bence. Ütopik şeyler, ağır dramlar, inanılması güç kurgular oluşturabilecekken evde kalmış sıradan bir ev kızının solup giden yaşamadığı hayatını anlatmayı seçmiş bir yazar bunu ancak kalemine güveniyorsa yapar. İşte istanbul kitap fuarında imzasını alıp tanışma fırsatı bulacağımdan emin olduğum halde imza kuyruğundaki izdiham nedeniyle yüzünü görmeyi bile beceremediğim ve bunun için üzülmem gerekirken ona değer verenlerin bu kadar çok olmasından garip bir gurur duyduğum Nazan Bekiroğlu… Böyle yazmış bu romanı ince ince, ama kırmadan, üzmeden, sıkmadan bunaltmadan sevdire sevdire her kahramana hak vere vere yazmış. 


Hepimiz sevdiklerimizi korumak, onlara zarar gelmesin diye herşeyden sakınmak zorunda hissederiz kendimizi. Biliriz ki böyle yaparsak kısa vade de üzülselerde uzun vade de hep yararlarına olacaktır onlar için almak zorunda olduğumuzu hissettiğimiz kararların dönüşü. Yani sonucun müspetliğinden emin olmasak da niyetimiz hep iyidir böyle davranırken. Neyyire Hanım da babsız büyütmek zorunda kaldığı Mücellasını bu niyetle hep dış dünyadan uzak tutarak gözünün önünde büyütüyor. Tabi bunu yaparken bilmiyor dışarıdaki hayatların kızının gözünün önünden öyle geçip gideceğini, Mücella’nın dışarıda yaşanan iyi kötü tüm hayatlara seyirci kalacağını. Çok bizden bir hikayesi var kitabın. Böyle diyorum, çünkü bugüne kadar en az bir tane hayatı boyunca evlenmemiş, annesinin dizinden ayrılmamayı tercih etmiş ya da buna zorunda bırakılmış, annesine çok benzeyen ama belki bıraksalar hiç benzemeyecek olan Mücellalar tanımışızdır mutlaka. Ama bu kadar yakından bakmış mıydık? Sanmıyorum. Ben çok sevdim Mücellayı; küçücük bir kız çocuğuyken de, utangaç bir ergenken ya da genç kız olduğunda da, hatta yaşlanıp Mücella abladan Mücella Teyzeye dönüştüğünde de sevdim. Ve hep umut ettim özendiği hayatlara belki ucundan kıyısından yanaşabilir diye… 
Her okuduğum romanıyla beni mest eden bu uğurda zaman zaman kalkıp Trabzona gitmeyi, kaleminden öpmeyi istediğim bu harika yazara saygılarımı sunarak tavsiye ediyorum bu kitabı…

Keyifli okumalar…





24 Ekim 2015 Cumartesi

Sen Ağlama- (Mehtap Hoşlar Çetinkaya)-öykü

Gözlerini gözlerine dikmişti genç kadının. Kadın bir anda aralarında bariz olduğunu hissettiği kıvılcımların yangına dönüşüp her yeri saracağını düşünerek ürperdi. Öyle basit bir ürperme değildi bu; ayak başparmağından ense köküne kadar sardı tüm vücudunu.  Bu kez bitmişti işte. Bu korkunun yanında hissettiği garip rahatlama onu daha da şaşırttı. Aslında niye şaşırıyordu ki; tam sekiz aydır bu günün gelmesini içten içe istememiş miydi? Sildiği her  mesajda, yaptığı her gizli telefon konuşmasında, giderek artan arkadaş buluşmaları yalanlarını her söylediğinde, içten içe istememiş miydi bugünün gelmesini? Elbette istemişti. Hatta yapacağı konuşmaları defalarca hazırlamış, tüm planlarını defalarca tekrar etmişti içinden. Çocuklar Ziya’da kalsındı. Nasıl olsa Ahmet   bir iş bulup da  düzenlerini kurduklarında alırdı yanına onları büyümüşlerdi çocuklar idare ederlerdi bir şekilde. Büyük, kardeşine göz kulak olurdu bir süreliğine. Son bir kaç aydır da adeta yakalanmak için belki de daha aleni tutmaya başlamıştı Ahmetin elini caddelerde.. Nasıl olmuştu da kimse görüp kocasına haber uçurmamış  ve o da bu suç üstü yakalanma durumuna düşmeden kafasında hazırladığı konuşmaları yapıp kocasıyla, kurtulamamıştı onu yeni aşkından alıkoyan evlilik esaretinden. Kısmet bugüneymiş. Rahatlamıştı kadın. Hayır! Ahmet bir çırpıda bırakıverdi kadının elini. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi pantolonunun cebine sokuverdi defalarca kadını  okşayan elini. Sanki hiç dokunmamış gibi… Yüreği buz kesti kadının. O da neydi gidiyor muydu yoksa?

Gözlerindeki huzuru gördü Ziya; biraz utanç biraz sıkılma bir mahcubiyet aradı kadının gözlerinde, yoktu. Kızdı kendine adam. Neredeyse bir yıldır karısına gösterdiği anlayış için kızdı..  Bir yıldır yeni bir yere taşınmak zorunda kalmış olmalarına, yeni aldıkları bu ev için ödedikleri konut kredisinin ellerini sıkıştırmasına, verdiği mutfak harçlıklarının artık yetmiyor oluşuna, iki çocuklarından en küçüğünün bu kışı biraz fazla hastalıklı geçirmesine büyük oğlanın gireceği sınavda başarısızlık ihtimaline yormuştu karısının soğukluğunu. Halbuki hayat yeni başlayacaktı onlar için. Çocuklar büyüyor, borçlar bitiyor, herşey daha da rayına oturuyordu; sabretmişlerdi karşılığını alacaklardı ne de olsa.. Değerdi çekilen sıkıntılara kafalarını sokacak bir evleri, gül gibi iki çocukları mutlu bir yuvaları vardı onca uğraşın sonunda. Peki neydi bu şimdi ? Kendinden on yaş küçük olduğu belli olan bu genç adamın elinden bırakmayacakmış gibi tutan, içeri girdiğinde gözleri aynı bundan 17 yıl önce ona bakarken parladığı gibi parlayan, yeni yetme aşıklar gibi kafe köşelerinde ele ele  tutuşup göz süzerken kimseler onu göremezmiş gibi kendinden geçen kadın kimdi? Karısı olamazdı, onun Leyla’sı böyle şey yapmazdı, çok benzeyen bir kadın olmalıydı evet bu onun Leylası olamazdı. Midesi bulandı adamın. Ne o bırakıyor muydu bu herif Leyla’nın elini? Hatta onun çamaşıra bulaşığa girip yıpranmasına üzüldüğü güzel karısının ellerini sanki silkeleyip atmış mıydı bu adam? Eli cebinde çıkıp gitmişti  işte hiçbir şey olmamış gibi. Kadının yüzündeki yıkılmışlığı gördü adam, içi acıdı Ziya’nın.


İşte şimdi yanmıştı Ahmet nerden çıkmıştı karının kocası? Bakışından belli sinirinden patlamak üzere. Ne vardı elin evli barklı kadınıyla uğraşacak yok muydu başka karı sanki? Aslında yoktu, İtiraf etmek lazımdı. Tamam genç, delikanlı adamdı bizimki ama çulsuzdu be anam ne yapsın? Herkes koluna bir hatun takarken o baksa mıydı öyle bön bön ? Yeni tanıştığı aile kızları ya ‘ille işe gir çalış beni al’ diyordu ya da çok sevenler de ‘evlenmeden olmaz’cılardan çıkıyordu. Kaç aydır iyiydi böyle. Kadın kocasını işe, çocukları okula yollayıp alıyordu bizimkini eve. Önce güzel bir kahvaltı sonra sıcacık yatak hatta bazen duş alıp biraz kestirmeye de vakti oluyordu. İki üç gün de bir de harçlığını koyuyordu Leyla cebine, tamam çok değil 50- 100 lira oluyordu belki ama hiç yoktan iyiydi be. Belli ki sümsük bir tipti kadının kocası. Yatakta da kötüydü bizimkinden. Kadının kendini ona bırakıvermesinden belliydi zaten. O da sahip çıksaydı canım karısına adam olsaydı da kaptırmasaydı. Tamam güzel değildi belki ama kadındı işte insanın bir kadını olduğunda ona sahip çıkması gerekirdi. Evin borcu iş güç falan bunlar hep ikinci planda olması gereken şeylerdi. Ne vardı sanki kadının şu son zamanlarda dışarda görüşme isteklerine he demeseydi? Şimdi ne olacaktı peki? Adamın sümsüklüğüne şüphe yok 10 dakikadır  sadece bakıyor genç adamla kadına. Alsa gitse karısını da bizimki de yoluna gitse ‘kusura bakma birader’ dese bitse… Ama şu karı bırakmıyor ki elini. Rahmetli babasından kalan emekli aylığından bir kuruş koklatmayan, sürekli ‘bir iş bul çalış’ diye başının etini yiyen dırdırcı anasının yanına mı götürecek evli çocuklu koca kadını. Bıraksın gitsin en iyisi. Kadının sıcak ve terli elini silkeleyip  garip bir refleksle cebine attı elini niye yapmıştı ki bunu halbuki cebinde ancak adam gelmeden önce bu kafede içtikleri iki çayı ödeyecek kadar parası vardı. Hatta hesabı ödese eve dolmuşla değil tabanvayla gitmesi gerekti ki dışardaki yağmuru düşününce bu da çok mantıklı olmayacaktı. Eli cebinde koşar adım uzaklaştı adam ilk duraktan bindi dolmuşa ‘Anam akşama inşallah kıymalı patates yapmıştır’ diye düşünerek..

Biraz önce çayları getiren ter kokulu sivilceli suratlı çocuk müziğin sesini açmış olmalıydı. Sezen Aksu ‘Ah İstanbul’ derken nasıl da tırmalıyordu kulaklarını kadının. Halbuki severdi kadın Sezen’i kocasıyla şarkıları da Sezen’in bir parçasıydı. Neydi adı? Nasıldı melodisi? Hatırlayamadı şarkıyı, hatırlamadığı için ağlamak istedi; buraya geldiği için, yeni bir aşka inanıp şu an karşısında duran bu adamdan bu kadar utandığı için, çocuklarına aylardır Ahmet’e cep harçlığı olsun diye para biriktirmekten sürekli patates yedirdiği için, buradan çıkınca ne olacağını bilmediği için… Baktı kocasına tam gözlerinin içine baktı. Evet ordaydı, tanıdık birşeyler vardı işte; ‘Gel hadi gidelim burdan, hesabı ben öderim.’ ‘Evimize gidelim’ diyen bir şeyler vardı ama emin olamadı kadın. O anda kocası kasaya yürüyüp bu masanın hesabı neydi diye sormasa, kafenin kapısından bir adım çıkıp şemsiyesini açtıktan sonra arkasına dönüp onu beklediğini belli etmese, ağlardı belki ama ağlamadı. 


‘İki çay beş lira’ dedi genç çocuk. Kesif ter kokusu kasanın diğer ucundaki Ziya’nın genzini yaktı. Paranın üstünü alıp cebine koydu. Yan gözle Leyla’ya baktı: Başı önünde, ağlamak üzereydi kadın. Tanırdı ziya karısını, kolay ağlamazdı ama ağladı mı susturamazdınız. Adeta sinirleri boşalır, en kısa ağlama krizi 1 saat sürerdi. Kapıya çıkıp şemsiyesini açtı adam ve ‘hadi gel’ dercesine baktı Mecnun’u olduğu Leyla’sına. Geldi kadın. Girdi kocasının koluna. Ağır ağır yürürlerken ‘neyse’ dedi adam içinden. ‘Çocuklar gelmek üzeredir okuldan.’ ‘Eve geçerken kasaba uğrayalım da yarım kilo kıyma alalım ne zamandır kıymalı patates yapmadın özledim valla.’ dedi bu kez  dışından. Kadın daha sıkı sarıldı Ziyanın koluna ‘olur’ dedi. ‘Çocuklar da çok sever, ben de özledim kıymalı patatesi. Kasaba doğru yürürken bir dükkandan Sezen’in sesi duyuldu ‘Sen Ağlama’ diyordu. Hatırladı Leyla, bu onların şarkılarıydı.

21 Ekim 2015 Çarşamba

ÖKSÜZLER TRENİ (CHRISTINA BAKER KLINE)- kitap yorumu



Bu göleti yeni keşfettik. Aslında Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi bir şey bu söylediğim. Buralarda yaşayan herkesin bildiği sakin bir sabah kahvaltısı ya da keyifli bir hafta sonu geçirmek için tercih ettiği yerlerden biriymiş burası. ‘Biz de 10 yıl sonra keşfetmiş olduk’. deyip bir kahkaha patlatıyoruz. Yağmur yağmaya başladı. Su damlalarının göle düşüşünü izliyorum. Giderek büyüyen küçük halkalar.. Öyle çok çam ağacı var ki burada bulutlu havanın karanlık gölgesinin suya düşmesine izin vermiyorlar. Su bu karanlığa rağmen hala yemyeşil ve huzur verici. Izliyorum önce küçük sonra daha büyük sonra da kocaman sulara karışan halkaları. İşte tam bu sırada görüyorum onları; sürü halinde gezen sevimli tatlı su balıkları. Önce bir yöne doğru  hızla yüzüyorlar. Sonra ters yöne biraz öncekinden daha hızlı.. Kendime sormadan edemiyorum acaba balık hafızası dedikleri bu mu? Gerçekten unutuyorlar mı  bir kaç saniye içinde yaşadıkları herşeyi? Eğer böyleyse bir an ben de istiyorum balık hafızalı olmayı.Ne kadar artık geride kalmış olsalar da benimle gelen anıların yükünden kurtulmayı. Tabi sadece balık hafızalı olmayı istediğimi söyleyemem, bir bakıma selektif olma yetisine sahip bir hafıza istiyorum tam olarak. Unutmayı istediklerimi unutup sadece hatırlamak istediklerimi taşımak istiyorum anı heybemde. ‘Ne var ki bu kadar kurtulmak istediğin’ ya da ‘ne seni bu kadar rahatsız ediyor’ diye soruyorum kendime aslında öyle bariz bir şey gelmiyor aklıma ama yine de en azından gereksiz kalabalıklardan kurtulmak isterdim mesela…
İnsan hafızasının ne kadar derin olduğuna kafa yoruyorum bugün… Çünkü okuduğum kitap beni insanların bu hafıza dediğimiz gizemli depolarında neler saklayabileyeceğini düşünmeye sevketti. Hiç duymadığım bir konusu vardı. Aslında tam olarak şöyle  söylemeliyim hiç duymadığım gerçek bir olaydan bahsediyordu. 1854 ve 1929 yılları arasında iki yüz binden fazla öksüz çocuğa aile bulabilmek, bir yuvaya sahip olmalarına yardım etmek için kilometrelerce yol gitmiş, Amerika’yı adeta arşınlamış  bir trenden. Öksüzler Treninden.. Böyle söyleyince bu trenin seyahatlerinin amacının kutsallığından bahsedeceğimi düşünebilirsiniz ancak her ne kadar birincil amaca sözüm olmasa da ekonominin dibe vurduğu o yıllarda oradan sahiplenilen çocukların ‘evlat olmak’ yerine ücretsiz iş gücü amacıyla kullanılmak üzere alınmış olması amacını gölgede bırakmış. İşte kahramanlarımızdan biri bu trenle yeni bir hayata başlamaya mecbur edilmiş çocuklardan biri. Artık 91 yaşında olmasına rağmen hafızasının azizliğine uğramış, yaşıtlarının çoğuna ceza gibi gelen ama belki ona büyük bir ödül olacak unutma hastalığına yanına bile yaklaşmamış bir kadın. Küçük bir çocuğun yaşamaması gereken her şeyi yaşamış bir çocuk; hiçbir kadının yaşamaya dayanamayacağı acılar çekmiş bir anne…  Belki balık hafızalı olmayı bu dünya da en fazla isteyecek kadın.   Bir diğeri ise günümüzde öksüz bir çocuk olarak koruyucu ailelerin birinden diğerine sürüklenmiş 17 yaşında bir genç kız. Bu iki öksüz insanın yolları kesişiyor bir şekilde. Aslında ikisinin arasında uzun yıllar ve değişen bir çok şey varmış gibi görünse de yazar kaç yıl geçmiş olursa olsun bu dünyada öksüz bir çocuğun ne kadar eksik bir çocuk olabileceğini gayet net sermiş gözler önüne. 

Okumaya başladığım gün sonu belli kitaplardan diye düşünmüştüm aslında. Basit olay örgülü, sonunda üzecek ama şaşırtmayacak bir roman okuyacaktım. Öyle de oldu bir bakıma ama lanet olsun içimdeki empati yapıp duran Mehtap’a. Sarsılmadım dersem yazara da kendime de haksızlık etmiş olurum. Gerçek bir olaydan yola çıkıp kurgularla süslenmiş rahat okunan akıcı bir roman Öksüzler Treni… Keyifli okumalar..

5 Eylül 2015 Cumartesi

BADEM AĞACI (MİCHELLE COHEN CORASANTI)-kitap yorumu

Yahudi  soykırımıyla ilgili bir film izleyip ya da bir kitap okuyup etkilenmeyeniniz var mıdır? Bilmiyorum.  İnsanların bir dine ya da millete mensup olduğu için yaşamaya hakkı olmadığını yahut değersiz varsayılabileceğini benim aklım havsalam almamıştır oldum olası. O yüzden de bir savaş ya da ideoloji yüzünden bir kişinin bile kötü muamele görebileceğini bana kabul ettiremezsiniz. İnsanlık tarihinin yüz karasıdır bu olay benim fikrimce. Ancak bu kötü olayın aslında hiç bir bağlantısı olmayan başka bir milleti de etkilediğini göz ardı etmişim sanırım ki ''Badem Ağacı'' bana farklı bir bakış açısı kazandırdı. Sekiz yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılmaya başlanan hikaye daha ilk sayfasıyla beni içine alarak koskoca bir adamın hikayesine dönüştüğünde artık bir saniye bile gözümü ayıramaz olmuştum kitaptan.
Çok uzun uzun anlatıp tadını kaçırmaya gerek yok Yahudi soykırımından kaçan bir halkın kurtuluş umudunun  başka bir halkı nasıl acılara boğduğunu okuyacaksınız. Filistin halkının uzun yıllardır kendi topraklarında verdiği  var olma savaşına tanık olurken bir babanın oğlu için katlanabileceği acıların sınırsızlığını ve üstün zekasından başka hiçbir şeyi kalmamış bir çocuğun kendine düşman olmuş bir toplumun hayranlığını ve saygısını tüm mağduriyetine rağmen barıştan yana olmayı tercih ederek nasıl kazanabildiğini görüp siz de hayran kalacaksınız. İnandığı doğrulardan vazgeçmeyerek her kaybettiğinde yeniden umuda  tutunan ölümle burun buruna yaşarken yaşama tutunmak için silah yerine bilgiye ve öğrenmeye yönelen bir insanın küçücük bir çocuktan, koskoca bir adama dönüşürken yaşadıklarına tanıklık edeceksiniz. Genel kanıyla bakıldığında ön yargıyla yaklaşılan Filistin halkının da aslında ne kadar mağdur edildiğini ve yaşanan her şeyin ''barışsızlıktan'' ileri geldiğini, o topraklarda her şeyin yalnızca barışı kabul edip birlikte yaşamayı amaç edinince çözülebileceğini anlayacaksınız. Ve tabi ki sadece bir ağacın bir aileye yoldaşlığının, onlara hem yuva hem de karınlarını doyuracak aş verebildiğinin ayrıntısında kaybolacaksınız.
Fotoğrafta gördüğünüz iki kitaptan da bahsetmesem olmazdı. ''Kayıp''Yahudi soy kırımının yıkıcı etkilerini ve kararan hayatları tüm gerçekliğiyle ortaya koyarken'' Limon Ağacı'' o topraklarda tek ihtiyacın ''barış'' olduğunu sade ve akıcı şekilde anlatıyor.
Bir kitap, bir fincan çay ya da kahve, hayata  farklı bakmayı sağlayacak hikayeler, daha ne olsun?
Keyifli okumalar...

1 Eylül 2015 Salı

Fİ, Çİ, Pİ (AZRA KOHEN) -kitap yorumu

Bir kitap, bir yazar ortalığı kasıp kavurunca bende nedense hep tersine bir etki yapar. Sanki bu kadar kasıp kavuruyorsa fikrimi de öyle yakıp küle çevirecekmiş gibi gelir. Hele böyle üçleme ise bekleyip son kitabında dumanının dağılmasına izin vermeli diye düşündüm okumayı beklerken. ''Artık zamanı geldi galiba'' diyerek çıkardım kitaplığımdan kitapları, Lafı dolandırmadan şunu söylemeliyim bu seri beni cismin boyutları ve dış görünüşüyle kendine çekip içindeki enerjide hapsetti ve son kitapla aslında her şeyin canlının kendisine döndüğü gerçeğiyle sarsarak bıraktı.
Her bir kitabı tek tek yorumlamayı doğru bulmuyorum seri kitaplarının çünkü birbirinin devamı niteliğinde kurgulanmış bu üç kitap tek tek sizi başka başka düşüncelere salsa da aslında tek bir amaç için yaratıldıkları çok açık: Tekamül
Böyle söyleyince biraz garip mi oldu bilmiyorum ama biraz açayım tekamülün kelime anlamı evrim yani gelişim.
Yazar ilk kitap olan Fi ile hem romanın kahramanlarını tanıtmış bizlere hem de asıl söylemek istediğine bizi götürebilmek adına merak uyandırmayı başarmış. Öyle ki eğer felsefe bilimiyle ilgilenmiyorsanız ya da psikoloji eğitimi almadıysanız anlam getiremediğiniz insan davranışlarına ve daha önce hiç düşünmediğiniz kendi varlığınızla ilgi bazı noktalara hissetmeden yola çıkabilmek için dikkatinizi dağıtan uyarıcılara ihtiyacınız olur. En azından benim varmış öyle söyleyebilirim. Karakterlerin başlarından geçen olaylara kapılırken yazar sizleri öyle yerlere götürüyor ki her karakterin iç dünyasına yaptığım yolculukla aslında kendi iç dünyama yol aldığımı fark edemeden ikinci kitap olan Çi'nin kapağını kaldırırken  buldum kendimi. Ruhun canlıya verdiği enerjiyi ve kişinin yapmak istediği her şey için sahip olduğu gücün tamamen kendi içinde var olduğunu hepimiz biliriz aslında ama sizi her şeyi yapabilecek güce sahip olduğunuza ikna etmek için gereken hiçbir motivasyon sözcüğü olmadan bu duygu yoğunluğuna yine karakterlerin arkasına saklana saklana getiriyor yazar. Aslında yaşanmamış duyguların, söylenmemiş sözlerin, elde edilmemiş başarıların gerçek bizlerin mayası olduğunu  fark ettiğimde  de Pi'ye  başlamak isterken buldum kendimi. İşte son kitapta sıkça bahsedilen kavram ''Tekamül'' uyandırıyor sizi yine karakterlerin peşinden giderken. Bireyin varoluş amacının kendini keşfetmek ve bu yolla gelişip evrimleşmek, ''üretmeden sadece tüketen bir varlık olarak yaşadığı takdirde bir parazitten farklı olamayacağına'' ikna olmuş buluyorsunuz kendinizi. Her şeyin sadece kendi şeklinizde kendi enerjinizde ve size döneceğini bir çırpıda kabul edip sarsılmış bir halde kapatıyorsunuz arka kapağını kitabın. Anda yaşamayı ve anlamda olmayı kısa bir süreliğine de olsa hayal ettim kitabı bitirdiğimde.
Bilenler bilir ben bir kitaptan bahsederken karakterlere de olay örgüsüne de dokunmam. Yine dokunmayacağım. Ama kitabın içeriğiyle ilgili de konuşmadan geçmek bunca şeyi söyledikten sonra biraz insafsızlık olur diye düşünüyorum henüz okumayanlar için. Birbirinden çok farklı bir sürü insanın geçmişlerinde yaşadıkları travmalara rağmen hayatta kalmak için buldukları farklı yolları ve tüm bu farklı yollara rağmen birbirlerine değen hayatlarını okuyacaksınız. Saplantıları, zayıflıkları, takıntıları, zaafları, aşkları, tutkuları, beklentileri, amaçları, sırları olan bir sürü insanın nasıl olup da ''tekamül'' bilinciyle bir arada bir amaç uğruna hareket edebildiklerine şahit olacaksınız. Ben kitaplardaki cinsellik yönünün tamamen sahnelenmek yerine okurun hayal gücünü kullanmasına fırsat verilmesinin daha estetik olduğuna inanıyorum ancak bu kitaplarda  oldukça net ortaya konan sahnelerin kişilerin içinde bulundukları duygu durumlarının daha net ortaya konma amacı taşıdığına inandım açıkçası. O nedenle eğer sizde benim gibi bu konu da biraz  mutaassıpsanız  çok rahatsız edici bulmadığımı söylemek isterim. Yazar kitaplarda günümüz Türkiye'sinden izler taşıyan olaylara yer vererek sanal olmaktan öteye gitmiş ve bazı durumlarla ilgili yaptığı teşhisler de bence tam yerinde olmuş. okumayan kalmış mıdır? Benim gibi okumamak için direnenler var mıdır hala? Bilmiyorum. Ama açıkçası beni düşündüren kitapları sevdiğimden belki de, ben çok beğendim seriyi. Bu arada kitapta son dönemde yine her yerde gördüğüm ''İşaret''isimli kitaptan alıntılar ve yazarın 2016 yılında yayımlanacak ''EDEN'' isimli kitabının giriş bölümünden izler olduğunu da belirtmeden geçmek istemedim. Keyifli okumalar.

26 Nisan 2015 Pazar

BİT PALAS (ELİF ŞAFAK)-kitap yorumu

''Dört duvar''  bu dört duvar dediğimiz şey ne özel ve güzeldir bizler için. Her şeyden önce bizi korur dört duvar dışarıda kıyamet kopsa  biz mis gibi sıcacık evimizin duvarlarına  sığınırız.. Biliriz bu dört duvar bizi saklar, kapımızı kapatınca bir biz kalırız bir de duvarlar... Biz ev deriz dört duvara; yuva,hane... Aslında tüm amaç dış dünyadan ayrılmak kendimize özel  bir yer edinmektir. Çünkü bazı sırların da tek ortağıdır duvarlar:  Gizli aşkların, utanılacak kusurların, çekilen çilelerin, cinayetlerin, doğumların, ölümlerin,  el açıp edilen duaların, tutulan dileklerin, tutsun istenen ahların... Bir biz varız bir de duvarlar... İşte bu içine sığınıp kendimizi tamamen özgür bıraktığımızı sandığımız anları aslında bizi çepeçevre saran ve sınırlayan duvarların içinde;  evlerimizde yaşarız hepimiz. Genel olarak herkesin bir evi vardır ve kendini duvarlarla ayırdığı komşuları... Sanırız ki komşu dediğimiz evimizin kapısından çıkınca karşılaşacağımız ya da biz isteyince hayatımıza dahil edebileceğimiz insanlar topluluğu halbuki komşularımız her yerdedir.   Yaptığımız yemeği kokusundan bilen, attığımız çöpten bir gün önce nasıl bir akşam geçirdiğimizi tahmin edebilen, hatta eğer benimki gibi bir apartmanda oturuyorsanız incecik duvarların ardından her hapşırığınızda  çok yaşa diye seslenmek isteyen insanlardır komşular.Asansörünüzün, otoparkınızın (ya da karşı caddeye park ediyorsanız caddenin), çöpünüzü bıraktığınız belediye çöp bidonunun, merdiven boşluğunun, apartman sığınağının ortağıdır komşularımız. Yaz günleri yaptığınız tatlı balkon sohbetlerinin, eşinizle yada çocuklarınızla ettiğiniz kavgaların da isteksiz kulak misafiridir komşularınız. İsteksiz diyorum çünkü herkes bilir; eğer komşunuzun kavgasını evden duyabiliyorsanız, sizinki de onun tarafından duyulacaktır günü geldiğinde.

İşte bit palas hepimizin olabilecek bir apartmanın sıra dışı sakinlerini, hayatlarının nasıl birbirinden ayrı ve birbirine bağlı ilerlediğini anlatan zaman zaman sizi her #Elif Şafak #Romanı gibi Osmanlıca sözlüklere gark edip bir kelimenin anlamını aratan, uzun cümleleri okurken sıkılmakla merak etmek arasındaki o ince çizgide götürüp getiren, cümlelerden çıkaracağınız anlamla derinden sarsan, son sayfayı çevirirken aslında çok gördüğünüz ama hiç umursamadığınız günlük hayatın bazı noktalarına daha farklı bakmanızı sağlayan ince yazılmış ama kabaca okunmuş hissi yaratacak bir roman.

Bu romanı okuduktan sonra her komşunuza, her duyduğunuz kokuya ve her gördüğünüz bahçe duvarına gelişi güzel yazılmış uyarı yazısına daha başka bakacaksınız.. Bence elif şafak romanlarının tüm amacı da bu günlük yaşamın olağandışı noktalarına daha dikkatli baktırabilmek. Bu kitap da diğerleri gibi bilmediğiniz, ya da hiç karşılaşamayacağınız hayatları değil tam ortasında durup  hiç fark etmemiş olabileceğiniz hayatları görmenize yardım edebilecek bir yapıt. Harka bir #kitap

 Kalemine, yüreğine sağlık ....



19 Mart 2015 Perşembe

DÜĞÜMLERE ÜFLEYEN KADINLAR (ECE TEMELKURAN)-kitap yorumu


''Çünkü bir erkek  bir kadının nefesi kadar''

Taa eskilere dayanır düğümlere üflemek.. . Çok eskiden ipleri düğümler ve o düğümlere üflermiş kadınlar kalbini acıtana, canına yakana, hayallerini yıkana aynı hisleri yaşatmak, intikamlarını almak için.

İşte o günlerden gelirmiş aslında nazar duası okuyup sonra da üflemek... Öyle gerçek ki aslında bu büyücü kadınlar, Kuran-ı Kerim'de de geçiyor bir surenin ayetinde.. Her kadın biraz büyücüdür aslında yani mutlaka intikamını alır canını yakanı asla Allah'a havale etmez...  Burada dikkat çeken durum çoğu zaman ''Havale ettim'' demesidir kadının, ama içten içe hep ister ''ah''ı tutsun onun da canı yansın.

Bugünlerde gündem hep kadınların canının yakılması , canlarının alınması olunca aklıma bu kitapta tanıdığım dört  kadın düşüverdi. Bu kadınlar mazlum olmaktan vazgeçip canlarını yakanlara inat zalim olmayı seçen kadınlar. Böyledir çünkü eğer acıyı sefaleti rezilliği bu kadar uç boyutta yaşatırsa insanlar size, asla orta yolu bulup oradan ilerlemek olmaz amacınız. Artık gücünüz yerine geldiğinde yeterli bir hayat sürmek değildir istediğiniz, yine uçlarda yaşamak istersiniz hayatı. Zenginliği, güzelliği, bolluğu, mutluluğu,aşkı hatta intikamı bile yine en uç noktalarda yaşamaktan yanadır yüreğiniz.  İşte bu dört kadın artık mazlum olmaktan vazgeçiyorlar ve mazlum olup hayatlarının figüranı olmak yerine zalim olup başrolü kapma hevesine düşüyorlar... Yol romanı bu kitap. Bence canınız yanıyorsa nereye giderseniz gidin, ne kadar kaçarsanız kaçın, yine yanar. Derdiniz sizinle gelir her daim.. Ancak derdinizin dermanı çıktığınız yolun sonundaysa işte o zaman derdiniz de biraz değişir. Daha ağır, daha çekilmez,  daha taşınmaz olur içinizde. Her adımda  intikamınızı alıp huzura erişmeye biraz daha yaklaşmak içinizdeki kini de nefreti de daha taşınmaz daha katlanılmaz kılar. Bu yüzden bu zorlu yolda bu kadınları ortak payda da birleştiren intikam duygusu yol boyunca onları daha yorgun, daha mutsuz, daha şaşkın hale getirecek . Bu yolculuğa tanık olmak bu denli hissetmek  sizi de sarsacak çünkü bir darbe de yıkılan, sanki bedeni ve kadınlığından başka bir şeyi yokmuş gibi o bedenin yüküyle toplumumuz da ezilen kadının, aslında onu ezen tüm erkeklerden güçlü olduğunu  gururla bir kez daha görmek size bambaşka bir yol açacak. Aldığı nefese göz diken tüm erkeklere inat o nefesle bir erkeği ayakta tuttuğu gibi yıkabilecek kadar güçlü kadınlarla tanışacaksınız.  Roman bir Orta Doğu romanı ve sanki çok uzaklarda yaşanıyormuş gibi düşünseniz de yanı başınızdaki kadar gerçek olması biraz içinizi burkuyor. Ne de olsa biz Orta Doğulu olmayı kabul etmeyip o kültüre maalesef bu kadar yakın yaşadığımızı görüp sarsılmaya alışık olduğumuzdan belki de çok şaşırmazsınız. Ne bileyim? Bana öyle oldu mesela. Tek tesellim yalnızca bu toplumlarda değil medeni olduğunu iddia etiğimiz hatta dönem dönem kadının rahat davranışları yüzünden neredeyse çağdaş Türk kadını çizgimizden çıkmak pahasına  kınamaya kalktığımız toplumlarda da kadın maalesef hep kadın...

Bu kitapta çok farklı sebeplerle ülkesinden, yerinden yurdundan edilmiş ya da vazgeçmek zorunda bırakılmış dört kadının ortak bir yol bulup yeniden hayata tutunmak için bir neden arayışına şahit oldum ben. Kitabı bitirdiğimdeyse ''Ne güzel şey kadın olmak'' deyip  gururla arkama yaslandım...

Biraz da yazardan bahsetmek istiyorum aslında. Çünkü Ece Temelkuran müdavimlerinin alıştığından olsa gerek su gibi aktığını iddia etseler de aslında yazarın şimdiye kadar okuduğum romanları beni ilk 100 sayfasında yorup sonra da vazgeçemediğim bir şekilde sürükledi her zaman. İşte tam da bu sebeple Ece Temelkuran'ın kitaplarını okumanın bir emek meselesi olduğunu söylemeden geçmek istemiyorum sadece bir roman kurgulayıp geçmekten öte her zaman verecek bir mesajı ve sonunda da okuyucusuna düşünüp irdeleyecek bir şeyler verme amacı var yazarın ve böyle sizi ballandıra ballandıra sonuca götüren sonuca götürürken etrafından dolaştırmak yerine etrafınıza da bakmanızı sağlayan tüm yazarlarda  olduğu gibi onun romanlarında bu hazzı yakalamak beni oldukça keyiflendiriyor.

Keyifle okuyun...

17 Ocak 2015 Cumartesi

KUMBARA (EDDİ ANTER)-kitap yorumu

 

Erkek için  AŞK  yoksa, Kadın KUMBARA demektir..

Şimdi birlikte ortaokul ve lise  yıllarımıza gidelim... Kadın erkek fark etmez... Ergenliğe ilk adımı attığımız, o hormonlarımızın beynimizin yerine karar verdiği yıllara...

Birbiriyle boğuşmaktan zevk alan oğlanlar, onları izlerken hem ayıplar bakışlar atan hem de göz süzmekten geri kalmayan  gencecik kız çocukları... Bu tabiri severim ben '' gencecik kız- erkek  çocuğu'' ne tamamen gençtir, ne de tamamen çocuk.. Arada kalmışlığından muzdarip bir an evvel bir sonraki aşamaya geçmek için sabırsız...

Bazen okuduğunuz romanlardaki kahramanlarla empati yapmaya çalışırsınız, bazen de zaten yaşamınızda karşılaştığınız sıradan bir olayın nasıl böylesine anlatılabildiğine şaşarsınız... Ama bu romanda her insanın yaşadığı ergenlik denen dönemin tek başına olağan üstü olmasına rağmen nasıl bu kadar sıradan ve samimi anlatıldığına hatta o zamanlar anlam veremediğimiz bazı şeylerin aslında kişiliğimizin oluşmasında sağlayacağı büyük katkılara hayretlerle bakacaksınız...

Kahramanımız Aziz'in ergenliğine ve gençliğe geçişine tanık olacaksınız.. Tüm bunları da gayet fütursuzca aslında kimsenin okumayacağından emin olduğunu günlüğünü okuyarak yapacaksınız... Dönem dönem anlatılanların ne mahrem şeyler olduğunu görüp kendimden utanmadım değil... Ama bu kitap kadın olarak karşı cinsi böyle samimi ve açık yakalayabildiğim tek kitap olduğundan vazgeçmeden okumak istedim... Ancak muhtemelen erkek olsaydım o dönemde yaşadığım şeyleri tek başıma yaşamadığımı görmek beni iyi hissettirir. Hatta Hatırlayıp utandığım şeyler bugün tebessüm etmememe neden olabilirdi.

Kitapta ergenlik falan  deyince şimdi siz belki de ergenlik dönemindeki bireylere yazılmış olduğunu düşünebilirsiniz ama bence ilgisi yok çünkü o dönemdeki genç çocukların kafasının daha da karışmasına hatta yanlış yönlenmelerine sebep olabilecek konular var kitapta.. Bence bu kitap tamamen bugünkü yetişkin erkek tavırlarına anlam vermek isteyen kadınlara , bu dönemden geçeli çok olsa da o zamanları hatırlamak isteyen erkeklere ve bence en önemlisi bu yaşlarda erkek çocukları olan annelere onların içinde bulundukları çıkmazları anlatan  zaman zaman zorlayan sarsan şaşırtan bir roman olmuş...

Kitapta bahsedilen kumbara  ile kadın vücuduna  atıfta bulunmuş yazar ve ergenlik döneminden sağlıklı çıkamayan bir erkek için kadının tamamen kendi egolarını biriktireceği bir kumbara olmaktan öteye gidemeyeceğini samimi, basit ve anlaşılır bir dille anlatılmış.

Yukarıda bahsettiğim gibi kitapta bir aşk hikayesi, ayrılık acısı falan okumayacaksınız Aziz'in o yıllarda tuttuğu günlükten yola çıkarak erkek çocuğunun  genç bir adam olma yolunda yaşadıklarını okuyup payınıza düşen kısımlarını kendi kumbaranızda biriktireceksiniz... Keyifli okumalar..

 

 

11 Ocak 2015 Pazar

BÖĞÜRTLEN KIŞI (SARAH JİO)-kitap yorumu

Her şeyin bir zamanı var der büyüklerimiz...  İşte zamansız yaşanan olaylar dizisi sizleri bekliyor... Zamansız yağan kar... Zamansız yarım kalan bir aşk... Zamansız kaybedilen bir evlat... Zamansız yakalanan geçmiş... Zamansız ayrılan yollar... 
Mayıs ayında kar yağar mı? Yağsaydı ürkerdik hepimiz.. Bir de inançlarımız sağ olsun kıyamet alameti derdik. 1933 yılı Mayıs ayında   Vera'nın da kıyameti oluyor yağan kar... Evlat acısı çok zordur hiç şüphem yok ama karnını doyurmak için onu gece boyunca evde bırakmak  zorunda olan bir anneyseniz ve sabah geldiğinizde yatağında olmayan 4 yaşındaki bebeğinizden elinizde kalan zamansız yağmış karlar içindeki oyuncak ayısıysa, ister böğürtlen kışı densin o güne, ister kıyamet ; o annenin artık nefes alan bir ölüye döndüğü hayatının ilk günüdür. Yoksulluğu ve kadınlığından başka hiçbir şeyi olmayan bir kadının evladını arama çabası inanın bu satırları yazarken bile içimin burkulmasına sebep oluyor... Çünkü annenin çocuğunu arama hikayesini okurken sürekli bir damlacık bebeğin ne halde, nerede olduğunu düşünmekten de alıkoyamıyorsunuz kendinizi... İnanın işkence gibiydi o sayfalar...
Aslında kitabın tek bir kahramanı yok 1933 yılındaki Vera ve 2013 yılındaki Claire; bebeğini kucağına almaya çok yaklaşmışken talihsiz bir şekilde yarım kalmış bir anne. Kitap aslında yarım kalmış bir annenin geçmişte yarım kalmış başka bir annenin hikayesini tamamlama isteğinin hikayesi... 1930 'lu ve 2000 li yıllar arasında seyahat edip hadi artık diye sayfalara sarılıp sonunu öğrenmek için adeta yazara yalvaracağınız bir roman Böğürtlen kışı...
Bu arada romanda sadece anne evlat ilişkilerini değil, zaman zaman da bir kardeşin, diğerinin hayatına hangi noktaya kadar müdahale edebileceğini de sorguladığım anlar oldu... Acaba bazen sevdiklerimizin çıkarlarını koruma çabamız işleri daha da beter hale getirebilir mi? Bazen amacınız ne olursa olsun yarattığınız sonuç bir yıkımsa ne yapmak istediğinizden çok ne yaptığınız kısmıdır asıl olan. Bir de kitabın sonunda ortaya çıktığı için üzerinde fazla durulmamış gibi görünen ancak bence şöyle derinlerden kendini gösteren bir nokta daha var ki o da yıllar sonra artık yaşamayan annesini bulduğunda  ölüme çok yakın olmasına rağmen yaşama gülümseyen bir evladın içindeki fırtınalar.
Tabi birde kitap sizi tesadüflere inanmaya sevk ediyor ucundan kıyısından... 80 yıl sonra tekrarlanan olağan dışı bir olay ve evlat acısını yüreğinde taşıyan 2 kadının paralel evrende birbirlerine yakınlaştığını da hissediyorsunuz. Evet bu kısmı biraz uçuk geliyor kulağa biliyorum ama 2013 yılında bunalımda ve acı çeken bir gazetecinin 80 yıl önce yaşamış acılı bir annenin hikayesini tozlu raflardan çıkarması hatta aslında bütün bunların çok da uzağında yaşanmadığını fark etmesi sadece tesadüflerle açıklanabilir mi? Bu biraz kaderin varlığını inkar etmek olur bence.
Biraz da yazardan bahsetmek istiyorum. Sarah Jio bence çok yaratıcı bir yazar. Okuduğum tüm romanlarında harika bir olay örgüsü ve dokunduğu öyle çok konu var ki sonunda sizi şaşırtan bir son yazmasını da hesaba katınca yine aynı şeyi söylemekten alamıyorum kendimi, yazar olmak bence öğrenilen bir şey değil; kesinlikle yetenek işi. Üstelik yazarın bu romanı sadece radyoda dinlediği bir şarkıdan esinlenerek yazdığını da düşününce hayranlığınız artmasın da ne olsun.
Buraya yazarı bu romanı yazmaya sevk eden şarkının linkini de eklemek istedim. Gerçekten insanı başka diyarlara götüren oldukça romantik bir parça. Tadını çıkarın...

MASUMİYET MÜZESİ (ORHAN PAMUK)-kitap yorumu

Eşyanın ruhuna inanırmış atalarımız. Hatta biraz daha ileri gider onlara taparlarmış... Bugün totem dediğimiz şey de işte tam oralardan geliyor...Hepimizin  zaman zaman uğurlu saydığı eşyaları olmuştur mutlaka... En azından  sınavlarda zihnimizi açıp uğuruyla başarılı olmamızı sağlayan  bir kalem mesela. Temeline eşyaları oturtmuş batıl inançlarımız : ''tahtaya vur tahtaya'' ''aman bıçağı kimsenin elinden alma kavga edersiniz sonra '' gibi. 
Ama bugün sorsam sizce eşyaların sahip olduğu bir güç var mıdır? Ya da eşyanın ruhu var mıdır? diye mantığınız cansız bir varlığın bir güce ya da ruha sahip olmasının imkansızlığını koyar önünüze... Yok dersiniz... Evet nefes almayan hücreleri değil de atomları olan bir varlığın olayların akışına müdahale edecek bir güce ya da ruha sahip olduğuna inanmak bence de sıra dışı olurdu... Peki bu eşyaları hafife almamıza ya da onlara hükmedebilmemize yeterli bir neden mi sizce? Yok mu eşyaların insanoğlundan üstün yönleri? Ben bu konu üzerine düşününce buldum aslında. Eşyaların bizden farkı maddi olarak zamandan izler taşıyabilmeleri  öncelikle. Üzerine yazı yazdığınız taş duvar siz bu dünyadan göçüp gitseniz de sizden sonra uzun süreler orada kalabilecek güce sahiptir kabul etmeseniz de.. Bir de en önemli güçleri bir ruha sahip olmasalar da ruhumuzu harekete geçirecek güce sahiptir eşyalar... Yıllar önce giydiğiniz kazak yeniden elinize geçse ruhunuzu  o yıllara götürür. Bayansanız küçücük bir tek taş sizi havalara uçurur mesela. Yine aynı tek taş eğer bayanın evliliğine delalet ise o zaman da karşısındaki erkeği harekete geçmekten alıkoyar, hem de o bayanın eşinin yapabileceğinden daha sessiz ve derinden...
Güçlüdür eşyalar.  500 yıllık vazo vardır da 500 yıllık insan yoktur örneğin... Ve en güzeli onlara dokunan herkesten biraz DNA çalarlar, kokusundan aşırırlar...
İşte bu kitap eşyaların bu yönünü sevdiği kadının yokluğunda keşfeden ve hayatını bu kadının dokunduğu her şeyi saklamaya, kendini onun hayatına giren her eşyada onu bulmaya adayan bir adamın hikayesini anlatıyor. Okuduğunuz sürece hayretler içinde kalıp ''yok artık'' ''daha neler'' diyerek zaman zaman da böyle aşıkların sadece romanlarda olacağını düşünerek  teselli buluyorsunuz...
En güzel tarafı da aslında hayatımız boyunca ne kadar şeye dokunup ne kadar ''şey''de iz bıraktığımızı, gün içinde önemsiz olduğunu düşündüğümüz ne kadar çok ''şey'' kullanarak rutinimizi sağladığımızı görünce gerçekten şaşırıyorsunuz...
Aaaa tabi bir de AŞK tarafı var romanın nelerden vazgeçerdiniz aşkınız için onu da düşünüyorsunuz.. Ya da hangi durumlara  katlanabilirsiniz? Yaptığınız bir hatayı telafi edebilmek için kaç yıl çabalarsınız? Kaç yıl sürer pişmanlığınız? Ne kadar küçük şeyle mutlu olabilirsiniz bu hayatta çok zengin de olsanız... Bir akşam yemeği ne kadar güzel olabilir sizce? Ne kadar sevebilirsiniz aslında?
Size inanan kimseleri ne zaman bırakırsınız? Yolun başında? Sonunda? Ortasında? Ben hiç bırakmam diyorsanız böyle aşık olmamışsınız demektir... Zaten kitabı okuyunca böyle bir aşkı yaşamak mı yoksa yaşamamak mı en büyük nimet ?Kararsız kalacaksınız.
Dün  aksam konuştuğum bir arkadaşım Orhan Pamuk kitaplarının akıcı olmadığından  bu yüzden okumak istemediğinden bahsetti. Vakit olmadığı için söyleyemedim ama sabır ister Onun romanları ancak  bir kitabını bitirince bilirsiniz ki sonunda sizi götürdüğü uzun yolculuktan yorgun, şaşkın ve hayran dönersiniz...  Bu kitabın yazarın İstanbul'da açtığı müzeyi gündeme getirmek için yazdığı söylendi bazı çevrelerce ama ben romanı okuyunca sadece eşyalara sarılıp aşkını yaşayan bir adam gördüm.Müzeyi merak etmedim diyemem ama zaten müze ye giriş için gerekli olan şey yazarın bu kitabı. Şimdi sizce amaç müzeyi gündeme getirmekse sizi neden bir roman okumaya davet etsin ki. Bilet satmaz mıydı sadece? Ben daha çok romanı okutmaya yönelik bir müze kurduğunu düşünüyorum yazarın. Eeee nesi kötü bunun? Hangimiz yazar olsak yazdıklarımız okunsun diye çabalamayız? Başarısı tescillenmiş ödüllü bir yazar bunların hesabını yapar mı? Bilmiyorum ama bu romanı okuyun... Bayılacaksınız.

9 Ocak 2015 Cuma

KAFAMDA BİR TUHAFLIK (ORHAN PAMUK)-kitap yorumu

Hepimiz zaman zaman tuhaf olduğumuzu, kimselere benzemediğimizi söyleriz... Nev'i şahsına münhasır... Haklıyız tabi ki ... Hepimiz biraz faklı, biraz tuhafız... Ama ya tuhaflık kafamızdaysa ? İşte o zaman işler değişir değil mi ? Herkes gibi olmamak güzel tabi, hatta herkes gibi düşünmemek de. Ama kafanızda bir tuhaflık olduğunu hissederek yaşamak ... İşte o başka bir şey... 
Herkesten farklı düşünmek... Ya da aynı olaylara herkesten farklı tepkiler  vermek.... Özgün olmak? Belki... Çünkü hangi olay, hangi düşünce, hangi tavır, hangi duygu sizi tuhaf yapar görecelidir. Öyle ki aslında evlenmeyi planladığınız kişiyle evlenmediğinizi fark etmek, dolandırılmak, soyulmak, sizinle aynı imkanlara sahip kişiler alıp yürürken dünya malını,  halen başladığınız noktada kalakalmak... İşte bunlar çok başka şeyler ,bunlar eğer kafanızda bir tuhaflık yoksa asla kabul etmeyeceğiniz, olur demeyeceğiniz şeyler...  Eğer ortada ya da kafanızda bir tuhaflık yoksa isyan etmez misiniz? İçten içe sizinle birlikte olan insanlara zehir etmez misiniz dünyayı? Hayır mı ? O zaman bence siz de aynı Mevlut Karataş gibi kafanızdaki tuhaflıkla yaşıyorsunuz.
Artık modası geçmiş rağbet görmeyen mesleğinizden vazgeçmeyerek çevrenizdekiler o günün şartlarında tüm fırsatları değerlendirirken arkalarından bakmak... Kolay mı? Peki göz göre göre yaşadığınız mahalle sizin hiç değişmeyen yoksulluğunuza inat,; daha kalabalık, daha keşmekeş, daha zor hale gelirken seyirci kalmak? Hatta neredeyse yaşadığınız şehirde tek değişmeyen şey olarak hayatı sürdürmeye çalışmak...  İşte bizim Mevlut böyle bir adam...
Bu zamanda ne kolay aşık olmak, ne kolay ilişkileri tüketip sonuna gelmek .Oysa Mevlut yüzüne bir kez baktığı bir kıza ölümüne aşık olup tüm hayatını ona adamaya hazır aslan yürekli bir sevgili... Ama yapılır mı Mevlut'e ? Yapılıyor işte... 
Her halükarda mutlu olmak zordur aslında, ama zoru başarıyor Mevlut; yaşadığı sefalete acıyorsunuz ilk etapta ama kafasındaki tuhaflığa da özenmeden edemiyorsunuz...  ''Elindekiyle yetinmek''  sadece Mevlut'e söylenmiş bir söz olabilir diyorsunuz. Mutluluğunu kıskanırken acısını da ta derinlerde hissediyorsunuz... Gerçekten tarifsiz...  Yıllar sonra elde ettiklerinin aslında önceden elinde olanlardan daha kötü olduğuna inanıyor Mevlut. Aklı hep Rayiha da, tek göz odalı evinde, boza güğümlerinde, yürümekte...
Ölümün yanı başında huzur bulup mezar taşlarında mutluluk arayan bir karakter Mevlut.. Dedim ya güzel adam, bir o kadar da zor; ne de olsa kimselere benzemiyor...
Doymaya geldiği memlekette yarı aç, yarı tok olmaktan memnun ömrünü tüketiyor... O şehrin tükenişine tanık olarak hem de... Zor Mevlutun işi, çok zor... Ama ona her şeyi kolay eden bir şeye sahip:  kafasındaki tuhaflığa...
Orhan pamuk'un uzun süredir beklenen romanı KAFAMDA BİR TUHAFLIK; yazarın aslında nasıl bir büyücü olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. O bir paragraflık cümleleri okurken yorulup yoruldukça devam etme isteği duymak, sürekli şaşırarak 477 sayfa okumak, eğer biri sizi büyülemediyse mümkün değil.  ama o Orhan Pamuk... Büyüleneceksiniz..
 

 




KARDEŞİMİN HİKAYESİ (ZÜLFÜ LİVANELİ)-kitap yorumu

Klişe olan ama her zaman doğru olamayacak bir sözle  başlayacağım: ''Yalnız doğup yalnız ölüyoruz hepimiz''. Yani aslında yalnız öldüğümüz ya da doğru deyişle yalnız öleceğimiz doğru olsa da dünyadaki herkesin yalnız doğduğunu söylemek teknik açıdan hatalı olabilir. Anne karnında yalnız olanlar olduğu gibi bu yolculuğa tek başına çıkmayanları da unutmamak gerekli bence.  Ben böyle söyleyince eminim ikiz kardeşlerden bahsettiği mi anladınız. Ailemde ikiz oranı yüksek olduğundan belki de, ben pek yadırgamam ikizleri aslında ama çok özenirim ikiz kardeş sahibi olanlara. Daha bir damlayken sizinle aynı rahmi aynı anda paylaşan bir can daha olması onun kalp atışlarını duyup varlığını hissetmek ne büyük nimettir ! Tıpa tıp size benzeme ihtimali gerçekleşmese de sizinle aynı anda büyüyüp gelişen aynı anda dünyaya gözlerini açacak olan bir kader arkadaşına sahip olmak büyük ayrıcalık benim gözümde. Bu bahsettiğim dönemi hatırlamasak bile o bir kalbin sizinkiyle birlikte attığını hissederek dünyaya gelmek ne güven vericidir, kim bilir?
Ben sevmem belirsizlikleri emin olmak isterim bugün yanımda olan yarında benimle devam edecek mi diye. İşte eğer ikiziniz varsa bu böyle olacaktır. Artık emin olabilirsiniz...
Doğuştan bir arkadaşa sahip olmak, hele sizinle aynı kanı taşıyan bir arkadaşa sahip olmak hayata 1-0 galip gelmektir. Çocukluğunuz boyunca 2 kişi oynanan hiçbir oyun için eve bir arkadaşınızın gelmesini beklemeye gerek yoktur mesela. En yakın arkadaşınıza bile söyleyemeyeceğinizi düşündüğünüz her şeyi hem kardeşiniz hem arkadaşınız olan ikizinize anlatabilirsiniz pekala.
Hiçbir zaman yalnız kalmaktan korkmazsınız.  Hep yanı başınızdadır ikiziniz...
Kitabımız işte böyle hissederek büyüyen ikiz kardeşlerden birinin hikayesini merkeze alan harika bir roman.  İkizini kaybetmek ondan haber alamamak nerde hangi şartlarda olduğunu bilmeden yaşamak  zorunda olmak bu dünyadaki diğer yarısını yitirmek gece gündüz buna kafa yormak ne zor bir durum olurdu diyerek yaklaşık  200-250 sayfa okumak gerçekten oldukça etkileyiciydi benim için.
Tabi bir de unutmak istediğimiz yaşamamış olmayı dilediğimiz olayların izlerinden kurtulmak için  beynimizin bize  ne oyunlar oynayabileceğine  şahit olacaksınız. Yokluğuyla sarsıldığınız çok değerli insanlara olan özleminizi nasıl giderme yolları bulduğuna  da...
İnsanoğlunun başka bir vücut tarafından sarılıp sarmalanmaya nasıl ihtiyacı olduğunu bu duyguyu tatmin edebilmek için ne yollar bulduğunu da göreceksiniz... Kalbinizin sancısını etraftan gizleyecek kadar güçlü olan teninizin de ne denli hassas olabildiğini.... Canınıza kastedecek kişinin etrafınızdaki en aciz ve yardıma muhtaç olduğunu düşündüğünüz kişinin de olabileceğini düşüneceksiniz... Aşk neler yaptırır, nelerden vazgeçirir  tek tek sorgulayacaksınız...  
Hep istediğim şeyi yapabilmiş bir insanla tanıştım bu kitapta: kitapla dolu bir dünya hayata kitapların gözünden bakıp , anlam vermeye çalışan harika bir adamla Ahmet , Mehmet ...Kardeşlik ne harika bir duygu ya da ne zor tek başına olmak...
Yine bir '' Zülfü Livaneli'' klasiği yine ağzınızı açık bırakacak bir son... Tadını çıkarın...
Hayır bitmedi:  Söylemek istediğim başka şeyler de var. Üç haftadır yazmıyorum bu blogta neden mi çünkü her blog sahibinin düşebileceği bir yanılgıya düştüm ilk etapta... Yalnızlık... Sanki kendi kendime yazıp kendim okuyormuşum gibi hissetmek pek memnun etmedi beni.  Herkesle aynı şeylerden zevk almayı aynı konulardan bahsetmeyi, sevmeyi bekleyerek açmadım bu blogu elbette ama neredeyse kimseden geri dönüş almadan sürekli yazmak gerçekten zormuş onu anladım bu sayede... ''Yazıların çok uzun'','' Ben henüz o kitabı okumadım o yüzden yazını da okumak istemedim''  gibi geri dönüşler almak içimi burktu açıkçası zaten amacım okuduğum kitapları başkaları da okusun başkaları da bu güzel hikayelerden haberdar olsun onlarda hangi duyguları uyandırdığını anlatsındı.  Ama sadece sessizlikle karşılaşmak beni biraz zorladı sanırım yine de pes etmiyorum teknoloji çağında hala benim gibi kitaplarla dolu bir dünya da yaşayan insanlar olduğuna dair inancımı kaybetmeyeceğim. Kaybetmek istemiyorum en azından.  Kitap kokusu güzeldir ,her kitap başka dünyadır. Biraz yazmaya başlayınca gördüm ki yazmak konuşmak gibi değil, yazmaya başlayınca gerçekten ne düşündüğümü daha açıkça anlatabildiğimi görmek beni şaşırttı ve bu yüzden yazabilen kendini bu yolla anlatan tüm yazarlara hayranlığım bir kat daha arttı bu nedenle   ben de yazacağım eminim bunu fark eden herkes de okuyacak hem kendini bulmak hem başka dünyalara kucak açmak için okuyacak.. Yazmak güzeldir.. Ama yazılanları okumak başka bir duygudur ben şu anda ikisini de yaptığım  için gurur duyuyorum. Tabi ki  yazar değilim ve öyle bir amacım da yok ama neden düşünceleri mi yazıp paylaşmak istemeyeyim ki...  Mutlu bir gün olsun ben mutluyum çünkü....