24 Ekim 2015 Cumartesi

Sen Ağlama- (Mehtap Hoşlar Çetinkaya)-öykü

Gözlerini gözlerine dikmişti genç kadının. Kadın bir anda aralarında bariz olduğunu hissettiği kıvılcımların yangına dönüşüp her yeri saracağını düşünerek ürperdi. Öyle basit bir ürperme değildi bu; ayak başparmağından ense köküne kadar sardı tüm vücudunu.  Bu kez bitmişti işte. Bu korkunun yanında hissettiği garip rahatlama onu daha da şaşırttı. Aslında niye şaşırıyordu ki; tam sekiz aydır bu günün gelmesini içten içe istememiş miydi? Sildiği her  mesajda, yaptığı her gizli telefon konuşmasında, giderek artan arkadaş buluşmaları yalanlarını her söylediğinde, içten içe istememiş miydi bugünün gelmesini? Elbette istemişti. Hatta yapacağı konuşmaları defalarca hazırlamış, tüm planlarını defalarca tekrar etmişti içinden. Çocuklar Ziya’da kalsındı. Nasıl olsa Ahmet   bir iş bulup da  düzenlerini kurduklarında alırdı yanına onları büyümüşlerdi çocuklar idare ederlerdi bir şekilde. Büyük, kardeşine göz kulak olurdu bir süreliğine. Son bir kaç aydır da adeta yakalanmak için belki de daha aleni tutmaya başlamıştı Ahmetin elini caddelerde.. Nasıl olmuştu da kimse görüp kocasına haber uçurmamış  ve o da bu suç üstü yakalanma durumuna düşmeden kafasında hazırladığı konuşmaları yapıp kocasıyla, kurtulamamıştı onu yeni aşkından alıkoyan evlilik esaretinden. Kısmet bugüneymiş. Rahatlamıştı kadın. Hayır! Ahmet bir çırpıda bırakıverdi kadının elini. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi pantolonunun cebine sokuverdi defalarca kadını  okşayan elini. Sanki hiç dokunmamış gibi… Yüreği buz kesti kadının. O da neydi gidiyor muydu yoksa?

Gözlerindeki huzuru gördü Ziya; biraz utanç biraz sıkılma bir mahcubiyet aradı kadının gözlerinde, yoktu. Kızdı kendine adam. Neredeyse bir yıldır karısına gösterdiği anlayış için kızdı..  Bir yıldır yeni bir yere taşınmak zorunda kalmış olmalarına, yeni aldıkları bu ev için ödedikleri konut kredisinin ellerini sıkıştırmasına, verdiği mutfak harçlıklarının artık yetmiyor oluşuna, iki çocuklarından en küçüğünün bu kışı biraz fazla hastalıklı geçirmesine büyük oğlanın gireceği sınavda başarısızlık ihtimaline yormuştu karısının soğukluğunu. Halbuki hayat yeni başlayacaktı onlar için. Çocuklar büyüyor, borçlar bitiyor, herşey daha da rayına oturuyordu; sabretmişlerdi karşılığını alacaklardı ne de olsa.. Değerdi çekilen sıkıntılara kafalarını sokacak bir evleri, gül gibi iki çocukları mutlu bir yuvaları vardı onca uğraşın sonunda. Peki neydi bu şimdi ? Kendinden on yaş küçük olduğu belli olan bu genç adamın elinden bırakmayacakmış gibi tutan, içeri girdiğinde gözleri aynı bundan 17 yıl önce ona bakarken parladığı gibi parlayan, yeni yetme aşıklar gibi kafe köşelerinde ele ele  tutuşup göz süzerken kimseler onu göremezmiş gibi kendinden geçen kadın kimdi? Karısı olamazdı, onun Leyla’sı böyle şey yapmazdı, çok benzeyen bir kadın olmalıydı evet bu onun Leylası olamazdı. Midesi bulandı adamın. Ne o bırakıyor muydu bu herif Leyla’nın elini? Hatta onun çamaşıra bulaşığa girip yıpranmasına üzüldüğü güzel karısının ellerini sanki silkeleyip atmış mıydı bu adam? Eli cebinde çıkıp gitmişti  işte hiçbir şey olmamış gibi. Kadının yüzündeki yıkılmışlığı gördü adam, içi acıdı Ziya’nın.


İşte şimdi yanmıştı Ahmet nerden çıkmıştı karının kocası? Bakışından belli sinirinden patlamak üzere. Ne vardı elin evli barklı kadınıyla uğraşacak yok muydu başka karı sanki? Aslında yoktu, İtiraf etmek lazımdı. Tamam genç, delikanlı adamdı bizimki ama çulsuzdu be anam ne yapsın? Herkes koluna bir hatun takarken o baksa mıydı öyle bön bön ? Yeni tanıştığı aile kızları ya ‘ille işe gir çalış beni al’ diyordu ya da çok sevenler de ‘evlenmeden olmaz’cılardan çıkıyordu. Kaç aydır iyiydi böyle. Kadın kocasını işe, çocukları okula yollayıp alıyordu bizimkini eve. Önce güzel bir kahvaltı sonra sıcacık yatak hatta bazen duş alıp biraz kestirmeye de vakti oluyordu. İki üç gün de bir de harçlığını koyuyordu Leyla cebine, tamam çok değil 50- 100 lira oluyordu belki ama hiç yoktan iyiydi be. Belli ki sümsük bir tipti kadının kocası. Yatakta da kötüydü bizimkinden. Kadının kendini ona bırakıvermesinden belliydi zaten. O da sahip çıksaydı canım karısına adam olsaydı da kaptırmasaydı. Tamam güzel değildi belki ama kadındı işte insanın bir kadını olduğunda ona sahip çıkması gerekirdi. Evin borcu iş güç falan bunlar hep ikinci planda olması gereken şeylerdi. Ne vardı sanki kadının şu son zamanlarda dışarda görüşme isteklerine he demeseydi? Şimdi ne olacaktı peki? Adamın sümsüklüğüne şüphe yok 10 dakikadır  sadece bakıyor genç adamla kadına. Alsa gitse karısını da bizimki de yoluna gitse ‘kusura bakma birader’ dese bitse… Ama şu karı bırakmıyor ki elini. Rahmetli babasından kalan emekli aylığından bir kuruş koklatmayan, sürekli ‘bir iş bul çalış’ diye başının etini yiyen dırdırcı anasının yanına mı götürecek evli çocuklu koca kadını. Bıraksın gitsin en iyisi. Kadının sıcak ve terli elini silkeleyip  garip bir refleksle cebine attı elini niye yapmıştı ki bunu halbuki cebinde ancak adam gelmeden önce bu kafede içtikleri iki çayı ödeyecek kadar parası vardı. Hatta hesabı ödese eve dolmuşla değil tabanvayla gitmesi gerekti ki dışardaki yağmuru düşününce bu da çok mantıklı olmayacaktı. Eli cebinde koşar adım uzaklaştı adam ilk duraktan bindi dolmuşa ‘Anam akşama inşallah kıymalı patates yapmıştır’ diye düşünerek..

Biraz önce çayları getiren ter kokulu sivilceli suratlı çocuk müziğin sesini açmış olmalıydı. Sezen Aksu ‘Ah İstanbul’ derken nasıl da tırmalıyordu kulaklarını kadının. Halbuki severdi kadın Sezen’i kocasıyla şarkıları da Sezen’in bir parçasıydı. Neydi adı? Nasıldı melodisi? Hatırlayamadı şarkıyı, hatırlamadığı için ağlamak istedi; buraya geldiği için, yeni bir aşka inanıp şu an karşısında duran bu adamdan bu kadar utandığı için, çocuklarına aylardır Ahmet’e cep harçlığı olsun diye para biriktirmekten sürekli patates yedirdiği için, buradan çıkınca ne olacağını bilmediği için… Baktı kocasına tam gözlerinin içine baktı. Evet ordaydı, tanıdık birşeyler vardı işte; ‘Gel hadi gidelim burdan, hesabı ben öderim.’ ‘Evimize gidelim’ diyen bir şeyler vardı ama emin olamadı kadın. O anda kocası kasaya yürüyüp bu masanın hesabı neydi diye sormasa, kafenin kapısından bir adım çıkıp şemsiyesini açtıktan sonra arkasına dönüp onu beklediğini belli etmese, ağlardı belki ama ağlamadı. 


‘İki çay beş lira’ dedi genç çocuk. Kesif ter kokusu kasanın diğer ucundaki Ziya’nın genzini yaktı. Paranın üstünü alıp cebine koydu. Yan gözle Leyla’ya baktı: Başı önünde, ağlamak üzereydi kadın. Tanırdı ziya karısını, kolay ağlamazdı ama ağladı mı susturamazdınız. Adeta sinirleri boşalır, en kısa ağlama krizi 1 saat sürerdi. Kapıya çıkıp şemsiyesini açtı adam ve ‘hadi gel’ dercesine baktı Mecnun’u olduğu Leyla’sına. Geldi kadın. Girdi kocasının koluna. Ağır ağır yürürlerken ‘neyse’ dedi adam içinden. ‘Çocuklar gelmek üzeredir okuldan.’ ‘Eve geçerken kasaba uğrayalım da yarım kilo kıyma alalım ne zamandır kıymalı patates yapmadın özledim valla.’ dedi bu kez  dışından. Kadın daha sıkı sarıldı Ziyanın koluna ‘olur’ dedi. ‘Çocuklar da çok sever, ben de özledim kıymalı patatesi. Kasaba doğru yürürken bir dükkandan Sezen’in sesi duyuldu ‘Sen Ağlama’ diyordu. Hatırladı Leyla, bu onların şarkılarıydı.

21 Ekim 2015 Çarşamba

ÖKSÜZLER TRENİ (CHRISTINA BAKER KLINE)- kitap yorumu



Bu göleti yeni keşfettik. Aslında Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi bir şey bu söylediğim. Buralarda yaşayan herkesin bildiği sakin bir sabah kahvaltısı ya da keyifli bir hafta sonu geçirmek için tercih ettiği yerlerden biriymiş burası. ‘Biz de 10 yıl sonra keşfetmiş olduk’. deyip bir kahkaha patlatıyoruz. Yağmur yağmaya başladı. Su damlalarının göle düşüşünü izliyorum. Giderek büyüyen küçük halkalar.. Öyle çok çam ağacı var ki burada bulutlu havanın karanlık gölgesinin suya düşmesine izin vermiyorlar. Su bu karanlığa rağmen hala yemyeşil ve huzur verici. Izliyorum önce küçük sonra daha büyük sonra da kocaman sulara karışan halkaları. İşte tam bu sırada görüyorum onları; sürü halinde gezen sevimli tatlı su balıkları. Önce bir yöne doğru  hızla yüzüyorlar. Sonra ters yöne biraz öncekinden daha hızlı.. Kendime sormadan edemiyorum acaba balık hafızası dedikleri bu mu? Gerçekten unutuyorlar mı  bir kaç saniye içinde yaşadıkları herşeyi? Eğer böyleyse bir an ben de istiyorum balık hafızalı olmayı.Ne kadar artık geride kalmış olsalar da benimle gelen anıların yükünden kurtulmayı. Tabi sadece balık hafızalı olmayı istediğimi söyleyemem, bir bakıma selektif olma yetisine sahip bir hafıza istiyorum tam olarak. Unutmayı istediklerimi unutup sadece hatırlamak istediklerimi taşımak istiyorum anı heybemde. ‘Ne var ki bu kadar kurtulmak istediğin’ ya da ‘ne seni bu kadar rahatsız ediyor’ diye soruyorum kendime aslında öyle bariz bir şey gelmiyor aklıma ama yine de en azından gereksiz kalabalıklardan kurtulmak isterdim mesela…
İnsan hafızasının ne kadar derin olduğuna kafa yoruyorum bugün… Çünkü okuduğum kitap beni insanların bu hafıza dediğimiz gizemli depolarında neler saklayabileyeceğini düşünmeye sevketti. Hiç duymadığım bir konusu vardı. Aslında tam olarak şöyle  söylemeliyim hiç duymadığım gerçek bir olaydan bahsediyordu. 1854 ve 1929 yılları arasında iki yüz binden fazla öksüz çocuğa aile bulabilmek, bir yuvaya sahip olmalarına yardım etmek için kilometrelerce yol gitmiş, Amerika’yı adeta arşınlamış  bir trenden. Öksüzler Treninden.. Böyle söyleyince bu trenin seyahatlerinin amacının kutsallığından bahsedeceğimi düşünebilirsiniz ancak her ne kadar birincil amaca sözüm olmasa da ekonominin dibe vurduğu o yıllarda oradan sahiplenilen çocukların ‘evlat olmak’ yerine ücretsiz iş gücü amacıyla kullanılmak üzere alınmış olması amacını gölgede bırakmış. İşte kahramanlarımızdan biri bu trenle yeni bir hayata başlamaya mecbur edilmiş çocuklardan biri. Artık 91 yaşında olmasına rağmen hafızasının azizliğine uğramış, yaşıtlarının çoğuna ceza gibi gelen ama belki ona büyük bir ödül olacak unutma hastalığına yanına bile yaklaşmamış bir kadın. Küçük bir çocuğun yaşamaması gereken her şeyi yaşamış bir çocuk; hiçbir kadının yaşamaya dayanamayacağı acılar çekmiş bir anne…  Belki balık hafızalı olmayı bu dünya da en fazla isteyecek kadın.   Bir diğeri ise günümüzde öksüz bir çocuk olarak koruyucu ailelerin birinden diğerine sürüklenmiş 17 yaşında bir genç kız. Bu iki öksüz insanın yolları kesişiyor bir şekilde. Aslında ikisinin arasında uzun yıllar ve değişen bir çok şey varmış gibi görünse de yazar kaç yıl geçmiş olursa olsun bu dünyada öksüz bir çocuğun ne kadar eksik bir çocuk olabileceğini gayet net sermiş gözler önüne. 

Okumaya başladığım gün sonu belli kitaplardan diye düşünmüştüm aslında. Basit olay örgülü, sonunda üzecek ama şaşırtmayacak bir roman okuyacaktım. Öyle de oldu bir bakıma ama lanet olsun içimdeki empati yapıp duran Mehtap’a. Sarsılmadım dersem yazara da kendime de haksızlık etmiş olurum. Gerçek bir olaydan yola çıkıp kurgularla süslenmiş rahat okunan akıcı bir roman Öksüzler Treni… Keyifli okumalar..