21 Aralık 2014 Pazar

KURT SEYT & SHURA - KURT SEYT & MURKA (NERMİN BEZMEN) -kitap yorumu

Bu romanı karakterleri kendileri anlatsın istedim:
KURT SEYT;
 Benim yerim neresi ? Ben nereye aidim? kimim ben asker mi? sevgili mi? eş mi? Baba mı? lokantacı? tavernacı? kuru temizlemeci? Beyefendi? Benim sadece adım var : KURT SEYT... Bu hayat içinde kocaman bir boşluk, özlem, minnet, sevgi, aldatmacalarla dolu bir zaman birimiyse sonu nasıl gelecek? Kendimden, benliğimden ödün vermeden yaşayabilmek adına arkamda bıraktıklarım ne zaman beynimi  kemirmekten vazgeçecek... Nedir bana uygun olan? Kimdir bana layık insan? Nasıldır sürmem gereken yaşam? Ben  onun gözlerine bakınca eridiysem duman duman, bu doğa ana  bizi birbirimize layık görmüş demek değil mi?   Benim anlatacak çok şeyim var ama henüz bunları anlatacak kadar güçlü kelimeler yok...
ŞHURA;
Vatanımı , ailemi, değerlerimizi hiçe sayıp sadece yanında vakit geçirmek,  birlikte nefes almak bana yeter diye peşine düşüp gelmedim mi onunla? Her şeyimi feda edip  yeni bir ülkede, yeni bir hayata başladım mı ? Görmedim mi gözlerin deki aşkı ? Neden bir ömür sürmesin neden başka yolarda devam etmek zorunda olalım?  Ya da neden o bensiz devam edeceği hayatta yalnız değilken ben yapayalnız olmayı kabulleneyim.... Ben neden onun için geldiğim bu ülke de onsuz bir yaşam sürmeyi içime sindireyim... Beni bu kadar sevdiğinden eminken nasıl bir başkasının eşi, başkasının çocuklarının babası olmasına katlanayım..  Katlanamam sevgimi içime gömüp gitmeliyim...
MURKA;  ( benim için ayrıcalıklı çünkü hep onunla empati kurdum okurken ve Murkayı ben anlatayım istedim, kendi gözümden)
''Hayatım boyunca hep onu sevdim ''diyor kocam. Aman Tanrım sanırım ateşim yükseliyor. Kalbime bir kor yerleştirmişler. Yok yok öyle bir acı değil bu. Galiba biri göğüs kafesimden elini sokup orada kendi halinde bir ritim tutturmuş olan kalbimi sanki sıkıştırıp posasını sıkmak ister gibi canımı acıtıyor. Saç diplerime küçük iğneler yerleştirmişler ve hepsi aynı anda aynı oranda basınca maruz kalmış gibi beynimin kendi paylarına düşen noktalarını didikliyorlar.. Bu nasıl bir acı Allahım; bu nasıl bir öfke, bu nasıl bir utanç, bunca yılımı böyle geçirmiş olamam... Bir başkasının yedeği , bir başkasının ikamesi olarak mı sürdürdüm ben evlilik sandığım bu oyunu...  Birden bir şey oluyor''Aslında her şeyin farkındaydın'' diyor bir ses'' yıllarca onun yerine geçmeye çalışmadın mı?'' '' Kocana onun gibi bakmaya, senin de onun gibi sevildiğini düşünmeye çalışmadın mı?'' diyor..   Yooo ben bu değilim bunlar bana söylenemez .... Ben MURKA değilim...  işte bu kitabı okuduktan sonra gördüğüm kabuslardan sadece biri..
Ama ya olsaydım ? Kendimden yaşça çok büyük, ben yürümeyi öğrenirken  o koşmaktan yorulmuş, yürümek için bile zor güç buluyorsa bu hayatta, ne kadar zor olurdu.. Bahsettiğim hiç bir şey yaşla ilgili değil aslında, hayatı paylaştığınız insanın gönlü yorgunsa tedavisi sadece o gönlü bu denli yorandadır bence... Ve bu bile sizi koşmadan yavaşlamaya,  bir köşe bulup oturmaya ve orada öylece beklemeye mahkum etmeye yeter...
İşte  kitabın üç karakteri, aslında 2 kitap KURT SEYT&SHURA ve KURT SEYT& MURKA ancak aynı hikayenin iki farklı tarafını anlatan bu iki kitaptan birlikte bahsetmek bana daha mantıklı geldi , ne de olsa her hikayenin birden fazla tarafı ve her bir tarafın da kendine özgü hikayesi vardır.. Bu romanlar gerçek hayattan alınmış oldukları için mi?  Yoksa böyle büyük aşkların böyle küçücük şeylerden yerle bir olması ve her bir kahramanın başka taraflara savrulması mı? Bilmiyorum ama gerçekten çok etkilendim...Geçmişten izler taşıyan bu gerçek kesit ,bugünkü hayatlarımızın  nasıl şekillendiğini ve bizden öncekilerin bugün bizim olan şeyler için nelerden vazgeçtiklerini biraz düşünme olanağı veriyor...  Kitapların ikisini de yeni bitirmiştim. Bir akşam TV izlerken bir dizi fragmanı gördüm... hem erkek oyuncu, hem de kadın oyuncu, içinde bulundukları ortamı da göz önüne alıca bana bu hikayeyi hatırlattı. Biraz daha izledim ve sanki hikayede bu romana bağlanacakmış gibi bir hisse kapıldım. Arkasından ekranda gördüğüm KURT SEYT VE SHURA yazısı beni hafifçe gülümsetti. Bazı romanları okurken kesinlikle bir filmi çekilmeli derim içimden ama aslı bir dizisi olalı demedim şimdiye kadar, çünkü okuduğum kitapların dizisi çekildiğinde maalesef hikaye ya seyrini kaybediyor ya da aslında romanda olmayan bir sürü karakter beliriyor ve hikaye olması gerekenden çok farklı bir noktada sona eriyor... O yüzden fragmanı dışında bu dizinin bir bölümünü bile izlemedim... Geçenlerde de yayından kaldırılacağına dair bir haber okuduğumu hatırlıyorum. Bu kadar fazla satmış bir roman olmasına rağmen ekranda başarılı olamamasının sebebi hikayeye bağlı kalamamaları olsa gerek ,yoksa bu romanı okuyan hiç kimsenin ''etkilenmedim, üzerine düşünmedim, sonunu öğrenebilmek için sabırsızca başından kalkmadan okudum'' dememesi imkansız...
Daha önce kitapları okumayanlar, ya da dizi de aradığını bulamayanlar, hatta dizinin çok güzel olduğunu düşünenler... Yazarın kendi dedesi ve büyükannesinin hikayesini anlattığı bu roman, sizi gerçekten o yıllara götürüp karakterlerin her birini istisnasız yargılayıp haklarında düşünmeye sevk edecek...  Keyifli bir pazar olsun...

19 Aralık 2014 Cuma

ALDATMAK (PAULO COELHO)-kitap yorumu

Kandırdııımmm!!!! diye çığlıklar atardım çocukken, hatırlıyorum. Olmamış bir şeyi olmuş gibi gösterip karşımdakinin de buna inandığını görmek adeta egomu okşardı. Kendimi ulaşılmazı elde etmiş ve bunu yeteneğim sayesinde  yapmış bir dahi, üstün varlık gibi görürdüm. Aldatmak dediklerinde de aslında yine böyle bir şey canlanıyor gözümde hemen. Ne de olsa aldattığınız kişiye onu sevdiğinizi söyleyip ,onun arkasından iş çevirdiğinizi belli etmeyerek onu kandırıyorsunuz. Ne kadar artık yetişkin bir birey olsanız da bu kez sevinç nidalarınızı içinizden atıyorsunuz.
Benim için aldatmak fikri tamamen bundan ibaret işte.. Kısa ve öz... Sevgilini ya da eşini aldatan herkes kendisine ait özgün bir sebep sunsa da aslında her şeyin temelinde üstün dehasını kullanarak karşısındakini alt etme isteğinin yattığına inanıyorum. Bugün partnerinden ilgi görmediği için aldattığını ileri süren biri de aslında içten içe '' Beni artık ilgi çekici görmüyor olabilirsin, hatta ilgini benim üzerimde toplamaya değmeyecek olabilirim senin gözünde, ama bak benimle de ilgilenen birileri var. Hatta beni artık öyle hafife alıyorsun ki senin gözüne baka baka bunu yapacak kadar yeteneğe ya da zekaya sahip olduğumu bile göremiyorsun'' demenin bir yolunu bulmuştur. Yani aslında çoğunun söylediği gibi tatmin olmaktır amaç ancak burada katılmadığım tek düşünce bu tatmin olma isteğinin maddi olduğudur. Çünkü bence aldatan kişilerin öncelikli doyurmak istedikleri yönleri manevidir. Ve bu kişisel tatmin açlığı kanımca karşılanmadığında kişilerin içine düşecekleri boşlukları doldurmak oldukça zor olacaktır. Ben psikolog ya da psikiyatr değilim tabi ama etrafta böyle yaygın bir durum varsa  benim de yaşanan olayları bir mantık çerçevesine alıp, aldatmaya kabul edilebilir bir yan bulmaya çalışmam normal bence..
Girişte de belirttiğim gibi bence kişi içinde bulunduğu hangi durumu buna neden olarak gösterirse göstersin  kendine - ben öncelikli olarak bu sebebin kişinin kendisini rahatlatmak için ortaya atıldığına inanıyorum- altında hala işe yaradığını, talep gördüğünü ve bunu yapacak yeterliliğe ve cesarete sahip olduğunu gösterme isteğinin yattığına inanıyorum...
Gelelim romanımıza aslında ben daha çok yerli yazarlar okumaya yatkınım ve bunu bu kitapta daha fazla anladım. Ben yazarın anlattığı sokakları, yaşadığı kültürü ya da zaman zaman bahsettiği tarihi kendime yakın bulamayınca sanki tam olarak sayfalara tutunamamış ya da hikayeyi tam olarak kafamda oturtamamış hissediyorum.  Özellikle aldatan tarafın kadın olması ve bu konunun bizim kültürümüzde karşılanma şekli arasındaki farklılık  benim  hikayeye inanmamı biraz zorlaştırdı diyebilirim. Ama asıl bu kitapta gördüğüm ve bence üzerinde durulması gereken konu insanların hiç bir zaman tam olarak doymuş hissedemeyecekleri  ve böyle dönemlerinde karşılarına çıkacak her türlü heyecan ve risk vaat eden  duruma ilgi gösterebilecek pozisyonda olduklarını ortaya koymasıdır.
Kitabı son dönemde her yerde çok satanlar listesinde görüp merak ettiğim için aldım . Bugüne  kadar okuduğum hiçbir kitabı vakit kaybı olarak görmedim . Bazıları beni daha derinden etkiledi diyebilirim sadece.Ve bu kitap öyle bir etki yaratmasa da üzerine konuşulmaya değer bulduğumu ve zaten çok kalın bir kitap olmadığından alınıp okunabileceğini  söyleyebilirim. İyi okumalar..
 

  

18 Aralık 2014 Perşembe

İNCİR KUŞLARI (SİNAN AKYÜZ)-kitap yorumu

  Yıl 1995 akşam saatleri henüz 13 yaşındayım. Ekranda bir pusula beliriyor. Ve döndükçe dönüyor.
Annem, babam, anneannem, ablalarım ve ben akşam yemeğini yeni yemişiz. Adının Mithat Bereket olduğunu annemden öğrendiğim 30’unu yeni geçmiş görünen kıvırcık saçlı bir adam beliriyor ekranda. Yıkıntıların arasında kahverengi pantolonu ve pantolonundan birkaç ton açık renk yeleği ile dikiliyor. Taş toprak yıkıntılarıyla aynı renk olan kıyafetlerinin arasında tek farklı olan şey saçları; kıvırcık ve siyah. Gördüğüm her şey açıklı koyulu kahverenginin tonları…. O çocuk aklımla izlemeye devam ediyorum. Hoşgörü şehri olarak anılan Saraybosna diyor. Evet bu adı biliyorum son zamanlarda sürekli  TRT ve Star TV de haberlerde duyuyorum. Mithat bereket konuşadursun ekranda bombalanan bir camii minaresi görüyorum, arkasından namaz kılan insanlar; en önde bir imam var, diğer sahnede kalabalık sayılacak bir grup insan omuzlarında tamamen beyaz çarşaflarla sarılmış insan boyunda bir şeyler taşıyorlar. Ekrandaki görüntü değişiyor bu kez de bir sokağın köşesinde o zamanlar 40’larının sonunda olan babamdan daha genç olduğunu düşündüğüm bir adam görüyorum. Elindeki tüfekle ara ara siper alıp ardı ardına ateş ediyor. Altında bir jean, üzerinde haki rengi bir mont var. Elindeki silaha bakınca asker olduğunu düşündürüyor ama kıyafetine bakılınca, geçen günlerde askerden izne gelen Dudu Teyze'nin torunu Hakan ağabeyin kıyafetlerine hiç benzemiyor giydikleri... Sonra uykum geldi diyorum ve ablalarımla paylaştığım küçük odamıza geçip sıcacık yatağımda, sabah hatırlamayacağım  rüyalar görmeye koyuluyorum.
İncir kuşlarını elime alıp arkasını okuyunca bunları hatırladım hayal meyal… ve hemen youtube’dan açıp programın o akşam izleyemediğim kısımlarını da izleme fırsatı buldum.
Ve bu kitapta bize televizyon ekranlarının çerçeveleri gibi düz ve köşeli yansıyan bu savaş esnasında yaşanmış gerçek bir hikayeden bir keşif bulmanın heyecanıyla başladım kitaba…
Kitapta savaşın başlamasının nedenleri: savaşın süreci ve nihayet sonu çok başaralı bir şekilde anlatılmış bence. Suada’nın ve ailesinin dramı da yüreğinize dokunuyor.
Hayır dediğiniz herkesin öylece hayatınızdan çekip gitmeyeceği günlerin gelebileceğini, çok yoğun yaşanan bir aşkın reddedilmenin neticesinde yerini o aşktan da güçlü bir nefrete ve yok etme arzusuna bırakabileceğini gördüm. Ayrıca insanların mahremlerinin başkalarının tasarrufuna  kalması durumunda çekilebilecek yürek sancılarını ince bir kalemle anlatıyor yazar. Adeta yüreğinize işliyor. Yazarın diğer kitaplarından Firuzeyi okuduğumda aslında  Sinan Akyüz’ün anlatımını düz ve yüzeysel bulmuştum. Ancak İncir Kuşlarında yazar gerçekten biraz daha derin yazmış bence. Özellikle 80’lerin sonunda yada 90’larda doğan ve Saraybosna hakkında pek bir şey bilmeyenlerdenseniz bu romanı okuyun , okuyun ve bugünlerde dillendirilen iç savaş kavramının ne kadar yıkıcı ve insanlık dışı sonuçlar doğurabileceğine dair bir nebze fikriniz olsun…..
 

SERENAD (ZÜLFÜ LİVANELİ)-kitap yorumu



Bu satırları kendimden utanarak yazıyorum!!  Her konuda ucundan kıyısından fikir sahibi olabilmek için sürekli okuyan, araştıran hatta bu çabasıyla gurur duyan biri olarak addederdim kendimi bugüne kadar. Halbuki bilgi bir deniz; ucu bucağı olmayan. Her gün her an sana kendisinden azıcık bir şeyler sunabilmek, seni az da olsa değiştirip; şekillendirmek için bir kenarda bekleyen, hiç tanımayacağın, hiç bir zaman sana tamamını göstermeyecek, ona tepeden tırnağa bakmana izin vermeyecek nazlı bir sevgili gibi.
Ve onun böyle olması değil, benim bunu yeni fark ediyor olmam sarstı beni. Geçtiğimiz aylarda KPSS ye hazırlanırken son yıllarda müfredata eklenen Çağdaş Türk Ve Dünya Tarihi konularını büyük bir merakla takip etmiş yakın tarihte dünyada ve Türkiye'de gerçekleşen olaylar dizisini öğrenmek ve bu olaylar arasında sebep sonuç ilişkisi kurabilmek beni mutlu etmişti.
Şimdi " Mehtap Allah aşkına ne diyorsun hadi saadete  gel'' dediğinizi duyar gibiyim. Ama bu blogun açılma nedeni de bu zaten. Okuduğum her kitabın bende uyandırdığı hissi başkalarına aktarabilmek ve bu vesileyle aynı kitabın başkalarına ne gibi noktaları harekete geçirdiğini bir nebze öğrenebilmek. Bu yazı diğer yazılarının üslubundan biraz daha farklı olacak çünkü hem kendime her şeyden habersiz olduğum için, hem de geçmişte bu tip dramlara neden olan insanlara basiretsizliklerinden dolayı çok öfkeliyim.
Kitabı elime alıp arkasını okuyunca geçmişte yaşanmış dram yüklü bir aşk hikayesinin yazarın anlatımıyla günümüze gelip beni duygulandıracağını düşünmüştüm. Aslında tam olarak yanılmamışım dram kokan bir aşk hikayesi var kitapta ama inanın kitabı okuduğunuzda sizi sarsan tek şey bu aşk hikayesi olmayacak.  Beraberinde günümüzde nerede olursa olsun iş hayatında dul bir kadın olmanın ne kadar zor olduğunu, " 2. Dünya Savaşında Türkiye yürüttüğü başarılı politika sayesinde savaşa girmeden ve müdahil olmadan kalmayı başararak tarihte bir çok ölümün ve zor günler yaşamasının önüne geçmiştir." söylemlerini daha derinden irdelemenize neden olacak. Ayrıca en önemlisi bu kitap Nazi Almanya'sının elinde çok acılar çektiği tüm dünya tarafından kabul gören Yahudi toplumların dramlarının hepsinin düşündüğümüz kadar uzaklarda gerçekleşmediğini de gözler önüne serecek. Aslında yazacak çok söz, söylenecek çok şey var ancak bu kitabın büyüsünü bozup ruhunu zedelemek istemiyorum. Sadece okuduğunuzda sizinde söyleyecek çok sözünüz olacağından eminim demekle yetiniyorum.    

 

PEMBE VE YUSUF (CANAN TAN)-kitap yorumu

Her kitap başka bir dünya yaratıyor zihnimde, beni  alıp başka mekanlara başka insanlara götürüyor. Pembe ve Yusuf’un hikayesiyle ilkokul yıllarıma gidiyorum. Birbirine çok benzeyen 2  sınıf arkadaşımı hatırlıyorum. Benzerlikleri o kadar ortada ki bu iki küçük kızı ya ikiz sanırsınız yada biri diğerine göre daha geç okula başlamış abla  kardeş. İlk bakışta sizi şaşırtan benzerlik gerçekleri öğrendiğinizde sizi şoke ediyor.
Bu birbirlerine bu kadar benzeyen iki güzel kızın teyze-yeğen olduğunu öğrendiğimde ağzımın açık kaldığını hatırlıyorum. Kendi teyzemin annemden bile büyük olduğu düşünüldüğünde annemin ve anneannemin aynı zamanda hamile kalması ve teyzemle yaşıt olabilmem o zamanlar 60’larında olan anneannemi düşününce imkansız geliyor bana…
Ama şimdi  anlıyorum o kadar imkansız olmadığını; eğer  14'ünüzde evlenir, 15'inizde doğurursanız ve yine aynı şekilde çocuğunuzda  14'ünde evlenip  15'inde doğurursa  30 yaşında sizinde onunla birlikte hamile olmanız imkansız değil… evet çocuk gelinlerden bahsediyorum. Henüz  13-14 yaşında ne olduğunu bile anlamadan, gelinlikler giyip evlendiğini sanan, hiçbir şey anlamadan geçirdiği ilk birkaç ayın sonunda hamile olduğunu öğrenip çocuk yaşta çocuk doğuran çocuk annelerden.
Daha küçücük yaşında kendisine dayatılanı yapmaktan başka çaresi olmadığını düşünerek büyüdüğünden, çocukken kucağına aldığı evladının kaderine engel olma gücünü kendinde bulamayıp sadece dua etmekle yetinen 30 yaşındaki  anneannelerden bahsediyorum. Erkek çocuk verebilmek için 15'inden 45'ine kadar doğurdukça doğurup kuma kabusuyla karşı karşıya kalmamak için çabalayan, damızlıktan farklı muamele görmeyen çok çocuklu, bol kahırlı kadınlardan…
Ve yine erkeğin ayıbını örtebilmek için arkasına saklandığı, kadının canına kendi namusunu bağladığı töre uğruna; canından olan kocasının, kardeşinin, amcasının pisliğini son nefesini vererek üfleyip temizleyen, yaşarken hükümsüz olan varlığını ölümüyle anlamlı hale getirmeye çalışan yitirilmiş kadınlardan bahsediyorum. Aslında bahsetmiyorum, hatırlatıyorum yazar da aynısını yapıyor kitabında. Ancak yazar farklı bir yüzünü daha hatırlatıyor bu hayatların; eli kolu bağlı, seyirci kalan ya da zorla anasının bacısının nefesine göz dikmek zorunda bırakılan erkekliğinden utanan erkeklerden….
Dediğim gibi kitabın konusu sürprizli değil yazar bence okuyucuyu şaşırtmaktan ziyade seyreldiği düşünülse de hala varlığı kabul edilen töre kavramını hatırlatmaya çalışıyor ve amacına da ulaşıyor bence…
NOT:   Bu arada Pembe ve Yusuf yazarın daha önce yazdığı, bir pansiyonda kalan 6 erkeğin hayatlarından bahsedilen  Issız Adamlar Korosu'nun devamı niteliğinde olduğundan isterseniz önce o  kitabı okuyabilirsiniz.


 

 

 

17 Aralık 2014 Çarşamba

(HASRET) CANAN TAN -kitap yorumu

Bu kitap beni çocukluğuma götürdü önce, göçmen muhacir  kavramlarını duyduğum ilk yıllara….
Sarışın, mavi gözlü yaşlı teyzelere... Bu teyzeler ağızlarının içinde bir şey varmış da  yavaşlarsa düşecekmiş gibi hızlı konuşurlardı. Bembeyaz saçlarının arasındaki limoni sarı gölgelerden anlardınız eskiden nasıl da sarı saçları olduğunu, yüzlerine oturtulmuş masmavi gözler, porselen kıvamında bembeyaz ten ve minik vişne rengi dudaklarıyla; o gençliklerinin baharında aşklarını en deli, acılarını en dipte, mutluluklarını en zirvede yaşadıkları yıllardan ellerinde bir bunlar kalmıştır. Mahalledeki muhacir Ayşe teyzeler, yine gençliğinden sadece mavi gözlerini, beyaz tenini, saçlarında limoni gölgelerini ve titreyen ellerini getiren Hasan amcalar; aslında giyimiyle, haliyle tavrıyla bizden çok farklı değillerdir çocuk aklımda….
Ama genç kız olup mübadelede Yunanistan’ın bir köyünden taşınan bir ailenin oğluyla, yine o dönemde Girit’ten göçe zorlanan bir ailenin kızının evliliğinden hayat bulan bir erkeğe gönlünü kaptırıp o kültüre gelin gidince anladım ki aynı denize bakan karşılıklı iki toprak parçasının insanlarının her şeyi aynı, her şeyi farklı.
 İçine kapanık, kendi kültürünü yaşatmak için inat eden bu ailenin, aslında sadece buna sahip olduğundan bu kültürle övünüp, bu kültürle yaşayıp hep geçmişten bahsederek benliğini, arada kalmışlığını koruma telaşında olduğunu bugün 10 yıl sonra fark ediyorum.halbuki  Biz taa eskilerden  Anadolu da kök salmış, dedeleri, dedelerinin dedeleri bile buralarda doğmuş şanslı insanlar; kendi kültürümüzü, adetlerimizi bu kadar sahiplenemeyiz çoğu zaman. Çünkü bizi onlardan koparmaya, zorla topraklarımızdan alıp başka topraklara sürmeye çalışmamıştır kimse…  Tabi ki  bizleri bu topraklarda yaşarken buralara sahip olmak için rahatsız edenlerin sayısı azımsanamaz ama o zamanda yine gururla anlatırız bu gündeki  insanlara ''Dedem Çanakkale’de, Yunan işgalinde, Sakarya’da, İzmir’de, Manisa’da, Aydın’da, Muğla’da savaşmış diye… Ve ne mutlu ki bu savaşları veren atalarımız hep galip  gelmişler. Toprağımızdan kopmamıza, başka kültürlerde asimile olmamıza izin vermemişler. Vermemişlerde; işte o büyük kahraman dedelerimizin zaferlerinden sonra mübadele dönemi muhacirleri topraklarından koparan,  aslında yıllarca Müslüman olmayanların arasında Müslüman kalarak gurur duyan Rum ellerindeki Türkleri buraya ana vatana; yine burada Müslüman ülkede Hıristiyan kalarak kendince gururlanan Rumları da Rum eline geri göndermeyle sonuçlanmış.
Gelenler görmüşler ki Türkler ama Türkçe konuşup anlaşmak zor. Buradakiler daha Türk belki daha Müslüman, gidenlerde görmüşler ki oralar daha Rum daha Hıristiyan…
 Artık herkes ana vatanında madem nedir problem? Nedir mübadelenin amacı bu insanların daha mutlu, daha huzurlu, daha güvende olması mı? O zaman toprağı malı, mülkü, evi barkı, belki de sevdiği geldiği  yerde kalan insanın nerede huzuru, nerede mutluluğu, nerede güvenliği? Zaten yollarda telef olup canından olanların kalanlarda açtığı yaraların kapanması bir ömrü olmaz mı? İşte bunları düşünüyorum şimdi; bir kere eşimin anneannesiyle konuşurken yıllar sonra Girit’e gitme fırsatı bulduğunda nasıl hissettiğini sormuştum. Sadece hafifçe gülümsediğini hatırlıyorum. Vereceği cevabın beni de onu da tatmin etmeyeceğini anladığından olsa gerek diye düşünüyorum şimdi.
Eee nerde kalmıştık bugün Canan Tan’ın romanı Hasret’ten bahsedecektim size… işte Hasret’te böyle bir roman mübadelede yarım kalmış bir aşk, babasız kalmış bir çocuk ve vatan neresi diye sormadan duramayacağınız bir olaylar zincirinin içinde bulacaksınız kendinizi. Kah kahrolacaksınız  Patricia’ya, kah nefret edeceksiniz Tacettin’den, kah acıyacaksınız ikisine, kah yorulacaksınız üzülmekten bu acıklı hasret hikayesine….
Canan Tan üslubu ve ele aldığı konularla gölüme taht kuran usta kalemlerden benim elimdeki bu kitap yazardan imzalı ve değeri gönlümde kat be kat artıyor bu sebeple.
Bu yarım kalmış hikayeyi okuduğunuzda elinizdeki tamamlanma imkanı olan her hikayeyi mutlu bitirmek için gücünüz olduğunu hatırlayacaksınız.  
 

16 Aralık 2014 Salı

SİYAH SÜT (Elif Şafak)-kitap yorumu


  

  Akşam saatleri... Hava daha yeni karardı sayılır. Köpeğimi gezdirmek için üzerime bir hırka alıp spor ayakkabılarımı giyiyorum. Son üç gündür sürekli yağmur yağdığından bu saatlerde yağmaya ara verdiği için mutluyum. Tabi minik kızım şeker de.. O da yağmurluğunu giydi, tasmasını da taktık işte hazırız!

     Birinci katta oturduğumuz için asansörü kullanmıyoruz, merdivenlerden şekerin hızına ayak uydurup koşar adım iniyorum. İşte o anda fark ediyorum sokak kapısının girişine park edilmiş bebek arabasını. -belki de uzun süredir orada olabilir- içimden 2. kattaki genç çiftin çocuklarına  ait olabileceğini geçiriyorum. Oturma alanın sağ ön tarafında küçük pembe bir tavşancık asılı. galiba dokunup sıkıştırdığınızda müzik çalanlardan. Tavşancığın masmavi gözleri mutluluktan kocaman açılmış ağzı da öyle. Bu manzara bende de hafif bir tebessüm yaratıyor. Bebek arabasını arkamda bırakıp heyecanla kuyruk sallayan şekerle birlikte kendimizi sokağa atıyoruz. Dışarıda mis gibi toprak kokusu...

     Evin arkasındaki parka geldiğimizde şeker artık heyecanına yenik düşmüş etrafta koşuşturmaya başlıyor ama ben artık ayak uyduramıyorum. Aklım bebek arabasında ve tabi mutlu tavşancıkta kalmış.

   Yıllarca çocuk sahibi olmamak hep bir kusur ya da eksiklik gibiydi içimde, çocukları olan tüm tanıdıklarım da mutlu tavşancık gibi etrafa neşe saçıyorlardı aklımda. Belki hala bir kusur, bir eksiklik benim için çocuksuz olmak. Ama bugün bitirdiğim ve beni derinden etkileyen SİYAH SÜT ; çocuklu bir kadın olma kavramını yeniden düşünmeme, hatta düşündüğümden de büyük bir olay;büyük bir değişim olarak insan hayatının, özellikle kadın açısından bir milat olduğunu idrak etmeme neden oldu diyebilirim.

   SİYAH SÜT,Elif Şafak'ın kendini çocuk sahibi olma, annelik, yazarlık, kadınlık gibi kavramlarının çağdaş Türk kadının bakış açısından anlattığı ve bence bunu yaparken çok samimi davrandığı bir roman. Romanda Şafak;ruhunun her yönünü yansıtan parmak kadınların içinde bir yerlerde saklı olduğunu ve anne olma kararını alırken kişiliğinin yazarlık, entelektüellik, hırslılık ve  tevekkül eden yanlarından nasıl koptuğunu, annelik yanına nasıl sarıldığını ancak otuz küsur yıldır hiç tanımadığı anaçlık tarafı için terk ettiği aslında bunca zamandır o olmadan birlikte yaşadığı diğer taraflar gidince nasıl bocaladığını kendine has üslubu ile öyle güzel anlatıyor ki; ''kadının yaşadığı devrimdir doğum yapmak ''diyorum.

   Yazar doğum sonrası yaşanan  depresyonu da yine kendi üslubuna yakışır şekilde onu etkisi altına alan bir CİN olarak tasvir ediyor kitabında. Hatta ona isim bile veriyor :)
  Bu kitapta özellikle kendinden emin ve asla diğer annelere benzemeyeceğini söyleyen anne adaylarının birden kendilerini o anneler olarak ya da o annelerden olmak için çabalarken bulduklarını öyle güzel anlatıyor ki; kendi adıma biraz ürkmedim desem yalan olur. En güzel yanı yazar bu durumun geçici olduğunu ve bunu herkesin yaşamadığını da yine kendi üslubuyla anlatıyor. Hatta kitabın sonunda bu depresyona yakın mısınız , uzak mı?  ya da içinde misiniz? değerlendirebilmeniz için test bile var.

   Kitap; tüm anneler, anne adayları ya da onları anlamak isteyenler için yazarın kendi üzerinden ışık tuttuğu bir eser olmuş. Kalemine sağlık.