Eşyanın ruhuna inanırmış atalarımız. Hatta
biraz daha ileri gider onlara taparlarmış... Bugün totem dediğimiz şey de işte
tam oralardan geliyor...Hepimizin zaman
zaman uğurlu saydığı eşyaları olmuştur mutlaka... En azından sınavlarda zihnimizi açıp uğuruyla başarılı
olmamızı sağlayan bir kalem mesela. Temeline
eşyaları oturtmuş batıl inançlarımız : ''tahtaya vur tahtaya'' ''aman bıçağı
kimsenin elinden alma kavga edersiniz sonra '' gibi.
Ama bugün sorsam sizce eşyaların sahip
olduğu bir güç var mıdır? Ya da eşyanın ruhu var mıdır? diye mantığınız cansız
bir varlığın bir güce ya da ruha sahip olmasının imkansızlığını koyar
önünüze... Yok dersiniz... Evet nefes almayan hücreleri değil de atomları olan
bir varlığın olayların akışına müdahale edecek bir güce ya da ruha sahip
olduğuna inanmak bence de sıra dışı olurdu... Peki bu eşyaları hafife almamıza
ya da onlara hükmedebilmemize yeterli bir neden mi sizce? Yok mu eşyaların
insanoğlundan üstün yönleri? Ben bu konu üzerine düşününce buldum aslında. Eşyaların
bizden farkı maddi olarak zamandan izler taşıyabilmeleri öncelikle. Üzerine yazı yazdığınız taş duvar
siz bu dünyadan göçüp gitseniz de sizden sonra uzun süreler orada kalabilecek
güce sahiptir kabul etmeseniz de.. Bir de en önemli güçleri bir ruha sahip
olmasalar da ruhumuzu harekete geçirecek güce sahiptir eşyalar... Yıllar önce
giydiğiniz kazak yeniden elinize geçse ruhunuzu
o yıllara götürür. Bayansanız küçücük bir tek taş sizi havalara uçurur
mesela. Yine aynı tek taş eğer bayanın evliliğine delalet ise o zaman da
karşısındaki erkeği harekete geçmekten alıkoyar, hem de o bayanın eşinin
yapabileceğinden daha sessiz ve derinden...
Güçlüdür eşyalar. 500 yıllık vazo vardır da 500 yıllık insan
yoktur örneğin... Ve en güzeli onlara dokunan herkesten biraz DNA çalarlar,
kokusundan aşırırlar...
İşte bu kitap eşyaların bu yönünü sevdiği
kadının yokluğunda keşfeden ve hayatını bu kadının dokunduğu her şeyi saklamaya,
kendini onun hayatına giren her eşyada onu bulmaya adayan bir adamın hikayesini
anlatıyor. Okuduğunuz sürece hayretler içinde kalıp ''yok artık'' ''daha
neler'' diyerek zaman zaman da böyle aşıkların sadece romanlarda olacağını
düşünerek teselli buluyorsunuz...
En güzel tarafı da aslında hayatımız boyunca
ne kadar şeye dokunup ne kadar ''şey''de iz bıraktığımızı, gün içinde önemsiz
olduğunu düşündüğümüz ne kadar çok ''şey'' kullanarak rutinimizi sağladığımızı
görünce gerçekten şaşırıyorsunuz...
Aaaa tabi bir de AŞK tarafı var romanın
nelerden vazgeçerdiniz aşkınız için onu da düşünüyorsunuz.. Ya da hangi
durumlara katlanabilirsiniz? Yaptığınız
bir hatayı telafi edebilmek için kaç yıl çabalarsınız? Kaç yıl sürer pişmanlığınız?
Ne kadar küçük şeyle mutlu olabilirsiniz bu hayatta çok zengin de olsanız... Bir
akşam yemeği ne kadar güzel olabilir sizce? Ne kadar sevebilirsiniz aslında?
Size inanan kimseleri ne zaman bırakırsınız?
Yolun başında? Sonunda? Ortasında? Ben hiç bırakmam diyorsanız böyle aşık
olmamışsınız demektir... Zaten kitabı okuyunca böyle bir aşkı yaşamak mı yoksa
yaşamamak mı en büyük nimet ?Kararsız kalacaksınız.
Dün aksam konuştuğum bir arkadaşım Orhan Pamuk
kitaplarının akıcı olmadığından bu
yüzden okumak istemediğinden bahsetti. Vakit olmadığı için söyleyemedim ama
sabır ister Onun romanları ancak bir
kitabını bitirince bilirsiniz ki sonunda sizi götürdüğü uzun yolculuktan
yorgun, şaşkın ve hayran dönersiniz... Bu
kitabın yazarın İstanbul'da açtığı müzeyi gündeme getirmek için yazdığı
söylendi bazı çevrelerce ama ben romanı okuyunca sadece eşyalara sarılıp aşkını
yaşayan bir adam gördüm.Müzeyi merak etmedim diyemem ama zaten müze ye giriş
için gerekli olan şey yazarın bu kitabı. Şimdi sizce amaç müzeyi gündeme
getirmekse sizi neden bir roman okumaya davet etsin ki. Bilet satmaz mıydı sadece?
Ben daha çok romanı okutmaya yönelik bir müze kurduğunu düşünüyorum yazarın.
Eeee nesi kötü bunun? Hangimiz yazar olsak yazdıklarımız okunsun diye
çabalamayız? Başarısı tescillenmiş ödüllü bir yazar bunların hesabını yapar mı?
Bilmiyorum ama bu romanı okuyun... Bayılacaksınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder