İtiraf ediyorum! Bir romanın
yorumunu buraya girmeden önce mutlaka bu roman hakkında yazılmış diğer yorum,
haber ve eleştirileri okurum. Genellikle yorumu yazıp bitirdikten sonra yaparım
bunu çünkü amaç etkilenmek ya da aşırmak olmadığı gibi kendiminkini bunlardan
farklı kılmaya çalışmak da değildir. Amacım sadece başkalarında neler
uyandırmış nasıl dokunmuş onlara diye şöyle bir bakmaktır.
Öğleden sonra bitirdim Sudaki
Ateş’i ve yorumu yazdıktan sonra da şöyle bir bakayım dedim kimler neler yazmış
bu roman için diye. İnanır mısınız hiçbir şey bulamadım. Yazar hakkında da her
yerde adeta kopyala yapıştır yapılmış birkaç yazı ve biyografi bulabildim
sadece şaşırdım. Şaşırdım çünkü aslında edebiyat dünyasında öyküleriyle tanınan
bu yazar bu öyküleriyle bir çok hatırı sayılır ödül almış olmasına rağmen maalesef hak ettiğini alamamış
sanki. Halbuki kitaplarını okumak için yanıp tutuşuyorum şu anda. Hatta bu ayki
okuma listemi oluşturmadan karşılaşsaydım bu yazarla çoktan bir ya da iki
kitabını da eklerdim listeme diye düşünüyorum. Mesela ilk okuyacağım Bergamalı
Simo olacak.
Aslına bakarsanız ben de bu
romanla tanıştım yazarla yani Sudaki Ateş’le ve tamamen tesadüfen. Yaşadığım
küçük şehirde çok fazla olmadığından sık ziyaret ettiğim sahafta birkaç kez
elime alıp bırakmıştım kitabı. Artık alacak başka kitap kalmayana kadar bekledi
sırasını, üzgünüm. Ama geç de olsa bu kitabı okuduğum için ve bu roman hakkında
profesyonel olmasa da okur gözüyle birkaç cümle kurabilecek olmaktan da
gururluyum.
Bu kadar giriş kısmı yeter
diyorsanız bakalım neymiş Sudaki Ateş, neler varmış içinde?
Kitabın temeli Bora ve Yağmurun
masumane ilişkilerine dayansa da kesinlikle aşk romanı diyemem. Halbuki ismini
ve kapağını görünce sıradan bir aşk hikayesini okuyacağımı sanmıştım. Belki
beklentimi düşük tuttuğum için bu kadar etkilendim, kim bilir? Ama bir aşk
hikayesinden çok daha fazlası geçti gözümün önünden. Hele bir kahvehane sohbetleri
vardı ki, hele fırıncı Tosun’un hikayesi, Haldun’un geçmişten getirdiği gönül
kırgınlıkları, gencecik kızlar Hülya ve Ece’nin henüz hayatın başında bile
sayılamayacak kadar küçük ve izole olmalarına rağmen bir ömür acılarını yanlarında taşıma azimleri, bunu
yapamayacak kadar narin Yağmur, düşünceleri ve istekleriyle hayata bir yerinden
tutunmaya kararlı Bora, Mehmetçik deyip geçtiğimiz her biri birbirinden değerli
ana kuzuları….
Bilmem anlatabildim mi dolu
dolu tam 315 sayfa okudum bir o kadar daha okurdum yorulmadım, sıkılmadım, tekrara
düşmeden yazmış da yazmış yazar belki öykülerdeki deneyimidir bilemiyorum ama
başka başka hikayelerin aslında nasıl da birbirlerine bağlanabileceğine
dünyanın bu kocaman boyutuna rağmen nasılda küçücük olabileceğine birbirine
dokunmayan hayatların olduğu düşüncesinin ütopyadan fazlası olmadığına inandım işte.
Tabi bir de oldukça ağır
basan siyasi söylemler de vardı kitapta özellikle Kahvedeki, fırındaki ve
Haldun’un Bürosundaki sohbetler. Ama bunların sadece bir tarafı savunmak ya da
o yönde mesajlar vermek olmadığını da gayet net göstermiş bence yazar çünkü
birlik beraberlik gibi kullandığı kavramlarla toplumsal bilinci uyandırmaktan
ziyade bir amacı olmadığını anlamak için uzun uzun düşünmeye gerek yok. İşte bu
nokta da kitaptan bir alıntı yapmadan geçemeyeceğim:
‘Yazdıkların
kadar yazmadıklarınla da sen olacaksın. Edebiyat ‘ben buradayım’ demek bir
anlamda, bir başka anlamda da ‘nerede olmadığı’nın göstergesi. Gerçekten burada
olduğunun vurgulayan birinin, ‘Başka insanla nerede olurlarsa olsunlar bana ne?’
demesi doğru mudur? Olmadığın, bulunmadığın yerlerin hesabını taşımayacak mısın
sanıyorsun bir yazar olarak? Birilerini okumaya çağıracaksan yazılarına
çağırmalısın önce ki o geldiğinde kendisinden bir şey bulacağını bilsin ya da
umsun en azından. Yazarken insanın yok sayılması anlaşılır gibi değil. Sonuçta okurun
tavşanlar olacak değil ya… bunu söylemeye çalışıyoruz yalnızca.’(Sudaki Ateş
sayfa:130) İşte kahramanın ağzından bu cümlelere romanında yer veren bir
yazar Ferda İzbudak Akıncı… Ben çok sevdim ve muhtemelen Mart ayında Bergamalı
Simo’yu da okuyup burada paylaşacağım düşüncelerimi. Bu arada Bergama demişken
benim gibi Ege’de İzmir’in dibindeki küçük bir şehirde (Aydın) büyümüşseniz ve İzmirli
babanızdan sürekli İzmir’in sokaklarında
geçen çocukluğunu dinlediyseniz ya da her hafta sonu kendinizi bu şehre atmadan duramıyorsanız
Sudaki Ateş’i okumak için bir nedeniniz daha var. İzmir’de geçen bu hikayeyi
okurken Yağmur ne zaman vapura binse karşıya geçmek için; ben de saçlarımı
savura savura oturdum yanına, dudağımda denizin tuzuyla,ben de yaktım bir
sigara…
Keyifle okuyun…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder