17 Ocak 2015 Cumartesi
KUMBARA (EDDİ ANTER)-kitap yorumu
Erkek
için AŞK yoksa, Kadın KUMBARA demektir..
Şimdi
birlikte ortaokul ve lise yıllarımıza
gidelim... Kadın erkek fark etmez... Ergenliğe ilk adımı attığımız, o
hormonlarımızın beynimizin yerine karar verdiği yıllara...
Birbiriyle
boğuşmaktan zevk alan oğlanlar, onları izlerken hem ayıplar bakışlar atan hem
de göz süzmekten geri kalmayan gencecik
kız çocukları... Bu tabiri severim ben '' gencecik kız- erkek çocuğu'' ne tamamen gençtir, ne de tamamen
çocuk.. Arada kalmışlığından muzdarip bir an evvel bir sonraki aşamaya geçmek
için sabırsız...
Bazen
okuduğunuz romanlardaki kahramanlarla empati yapmaya çalışırsınız, bazen de
zaten yaşamınızda karşılaştığınız sıradan bir olayın nasıl böylesine
anlatılabildiğine şaşarsınız... Ama bu romanda her insanın yaşadığı ergenlik
denen dönemin tek başına olağan üstü olmasına rağmen nasıl bu kadar sıradan ve
samimi anlatıldığına hatta o zamanlar anlam veremediğimiz bazı şeylerin aslında
kişiliğimizin oluşmasında sağlayacağı büyük katkılara hayretlerle
bakacaksınız...
Kahramanımız
Aziz'in ergenliğine ve gençliğe geçişine tanık olacaksınız.. Tüm bunları da
gayet fütursuzca aslında kimsenin okumayacağından emin olduğunu günlüğünü
okuyarak yapacaksınız... Dönem dönem anlatılanların ne mahrem şeyler olduğunu
görüp kendimden utanmadım değil... Ama bu kitap kadın olarak karşı cinsi böyle
samimi ve açık yakalayabildiğim tek kitap olduğundan vazgeçmeden okumak
istedim... Ancak muhtemelen erkek olsaydım o dönemde yaşadığım şeyleri tek
başıma yaşamadığımı görmek beni iyi hissettirir. Hatta Hatırlayıp utandığım
şeyler bugün tebessüm etmememe neden olabilirdi.
Kitapta
ergenlik falan deyince şimdi siz belki
de ergenlik dönemindeki bireylere yazılmış olduğunu düşünebilirsiniz ama bence
ilgisi yok çünkü o dönemdeki genç çocukların kafasının daha da karışmasına
hatta yanlış yönlenmelerine sebep olabilecek konular var kitapta.. Bence bu
kitap tamamen bugünkü yetişkin erkek tavırlarına anlam vermek isteyen kadınlara
, bu dönemden geçeli çok olsa da o zamanları hatırlamak isteyen erkeklere ve
bence en önemlisi bu yaşlarda erkek çocukları olan annelere onların içinde
bulundukları çıkmazları anlatan zaman
zaman zorlayan sarsan şaşırtan bir roman olmuş...
Kitapta
bahsedilen kumbara ile kadın
vücuduna atıfta bulunmuş yazar ve ergenlik
döneminden sağlıklı çıkamayan bir erkek için kadının tamamen kendi egolarını
biriktireceği bir kumbara olmaktan öteye gidemeyeceğini samimi, basit ve
anlaşılır bir dille anlatılmış.
Yukarıda
bahsettiğim gibi kitapta bir aşk hikayesi, ayrılık acısı falan okumayacaksınız
Aziz'in o yıllarda tuttuğu günlükten yola çıkarak erkek çocuğunun genç bir adam olma yolunda yaşadıklarını
okuyup payınıza düşen kısımlarını kendi kumbaranızda biriktireceksiniz... Keyifli
okumalar..
11 Ocak 2015 Pazar
BÖĞÜRTLEN KIŞI (SARAH JİO)-kitap yorumu
Her
şeyin bir zamanı var der büyüklerimiz... İşte zamansız yaşanan olaylar dizisi sizleri
bekliyor... Zamansız yağan kar... Zamansız yarım kalan bir aşk... Zamansız
kaybedilen bir evlat... Zamansız yakalanan geçmiş... Zamansız ayrılan
yollar...
Mayıs
ayında kar yağar mı? Yağsaydı ürkerdik hepimiz.. Bir de inançlarımız sağ olsun
kıyamet alameti derdik. 1933 yılı Mayıs ayında
Vera'nın da kıyameti oluyor yağan kar... Evlat acısı çok zordur hiç
şüphem yok ama karnını doyurmak için onu gece boyunca evde bırakmak zorunda olan bir anneyseniz ve sabah
geldiğinizde yatağında olmayan 4 yaşındaki bebeğinizden elinizde kalan zamansız
yağmış karlar içindeki oyuncak ayısıysa, ister böğürtlen kışı densin o güne,
ister kıyamet ; o annenin artık nefes alan bir ölüye döndüğü hayatının ilk
günüdür. Yoksulluğu ve kadınlığından başka hiçbir şeyi olmayan bir kadının
evladını arama çabası inanın bu satırları yazarken bile içimin burkulmasına
sebep oluyor... Çünkü annenin çocuğunu arama hikayesini okurken sürekli bir
damlacık bebeğin ne halde, nerede olduğunu düşünmekten de alıkoyamıyorsunuz
kendinizi... İnanın işkence gibiydi o sayfalar...
Aslında
kitabın tek bir kahramanı yok 1933 yılındaki Vera ve 2013 yılındaki Claire;
bebeğini kucağına almaya çok yaklaşmışken talihsiz bir şekilde yarım kalmış bir
anne. Kitap aslında yarım kalmış bir annenin geçmişte yarım kalmış başka bir
annenin hikayesini tamamlama isteğinin hikayesi... 1930 'lu ve 2000 li yıllar
arasında seyahat edip hadi artık diye sayfalara sarılıp sonunu öğrenmek için
adeta yazara yalvaracağınız bir roman Böğürtlen kışı...
Bu
arada romanda sadece anne evlat ilişkilerini değil, zaman zaman da bir
kardeşin, diğerinin hayatına hangi noktaya kadar müdahale edebileceğini de
sorguladığım anlar oldu... Acaba bazen sevdiklerimizin çıkarlarını koruma
çabamız işleri daha da beter hale getirebilir mi? Bazen amacınız ne olursa
olsun yarattığınız sonuç bir yıkımsa ne yapmak istediğinizden çok ne yaptığınız
kısmıdır asıl olan. Bir de kitabın sonunda ortaya çıktığı için üzerinde fazla
durulmamış gibi görünen ancak bence şöyle derinlerden kendini gösteren bir
nokta daha var ki o da yıllar sonra artık yaşamayan annesini bulduğunda ölüme çok yakın olmasına rağmen yaşama gülümseyen
bir evladın içindeki fırtınalar.
Tabi
birde kitap sizi tesadüflere inanmaya sevk ediyor ucundan kıyısından... 80 yıl
sonra tekrarlanan olağan dışı bir olay ve evlat acısını yüreğinde taşıyan 2
kadının paralel evrende birbirlerine yakınlaştığını da hissediyorsunuz. Evet bu
kısmı biraz uçuk geliyor kulağa biliyorum ama 2013 yılında bunalımda ve acı
çeken bir gazetecinin 80 yıl önce yaşamış acılı bir annenin hikayesini tozlu
raflardan çıkarması hatta aslında bütün bunların çok da uzağında yaşanmadığını
fark etmesi sadece tesadüflerle açıklanabilir mi? Bu biraz kaderin varlığını
inkar etmek olur bence.
Biraz
da yazardan bahsetmek istiyorum. Sarah Jio bence çok yaratıcı bir yazar. Okuduğum
tüm romanlarında harika bir olay örgüsü ve dokunduğu öyle çok konu var ki
sonunda sizi şaşırtan bir son yazmasını da hesaba katınca yine aynı şeyi
söylemekten alamıyorum kendimi, yazar olmak bence öğrenilen bir şey değil;
kesinlikle yetenek işi. Üstelik yazarın bu romanı sadece radyoda dinlediği bir
şarkıdan esinlenerek yazdığını da düşününce hayranlığınız artmasın da ne olsun.
Buraya
yazarı bu romanı yazmaya sevk eden şarkının linkini de eklemek istedim. Gerçekten
insanı başka diyarlara götüren oldukça romantik bir parça. Tadını çıkarın...
MASUMİYET MÜZESİ (ORHAN PAMUK)-kitap yorumu
Eşyanın ruhuna inanırmış atalarımız. Hatta
biraz daha ileri gider onlara taparlarmış... Bugün totem dediğimiz şey de işte
tam oralardan geliyor...Hepimizin zaman
zaman uğurlu saydığı eşyaları olmuştur mutlaka... En azından sınavlarda zihnimizi açıp uğuruyla başarılı
olmamızı sağlayan bir kalem mesela. Temeline
eşyaları oturtmuş batıl inançlarımız : ''tahtaya vur tahtaya'' ''aman bıçağı
kimsenin elinden alma kavga edersiniz sonra '' gibi.
Ama bugün sorsam sizce eşyaların sahip
olduğu bir güç var mıdır? Ya da eşyanın ruhu var mıdır? diye mantığınız cansız
bir varlığın bir güce ya da ruha sahip olmasının imkansızlığını koyar
önünüze... Yok dersiniz... Evet nefes almayan hücreleri değil de atomları olan
bir varlığın olayların akışına müdahale edecek bir güce ya da ruha sahip
olduğuna inanmak bence de sıra dışı olurdu... Peki bu eşyaları hafife almamıza
ya da onlara hükmedebilmemize yeterli bir neden mi sizce? Yok mu eşyaların
insanoğlundan üstün yönleri? Ben bu konu üzerine düşününce buldum aslında. Eşyaların
bizden farkı maddi olarak zamandan izler taşıyabilmeleri öncelikle. Üzerine yazı yazdığınız taş duvar
siz bu dünyadan göçüp gitseniz de sizden sonra uzun süreler orada kalabilecek
güce sahiptir kabul etmeseniz de.. Bir de en önemli güçleri bir ruha sahip
olmasalar da ruhumuzu harekete geçirecek güce sahiptir eşyalar... Yıllar önce
giydiğiniz kazak yeniden elinize geçse ruhunuzu
o yıllara götürür. Bayansanız küçücük bir tek taş sizi havalara uçurur
mesela. Yine aynı tek taş eğer bayanın evliliğine delalet ise o zaman da
karşısındaki erkeği harekete geçmekten alıkoyar, hem de o bayanın eşinin
yapabileceğinden daha sessiz ve derinden...
Güçlüdür eşyalar. 500 yıllık vazo vardır da 500 yıllık insan
yoktur örneğin... Ve en güzeli onlara dokunan herkesten biraz DNA çalarlar,
kokusundan aşırırlar...
İşte bu kitap eşyaların bu yönünü sevdiği
kadının yokluğunda keşfeden ve hayatını bu kadının dokunduğu her şeyi saklamaya,
kendini onun hayatına giren her eşyada onu bulmaya adayan bir adamın hikayesini
anlatıyor. Okuduğunuz sürece hayretler içinde kalıp ''yok artık'' ''daha
neler'' diyerek zaman zaman da böyle aşıkların sadece romanlarda olacağını
düşünerek teselli buluyorsunuz...
En güzel tarafı da aslında hayatımız boyunca
ne kadar şeye dokunup ne kadar ''şey''de iz bıraktığımızı, gün içinde önemsiz
olduğunu düşündüğümüz ne kadar çok ''şey'' kullanarak rutinimizi sağladığımızı
görünce gerçekten şaşırıyorsunuz...
Aaaa tabi bir de AŞK tarafı var romanın
nelerden vazgeçerdiniz aşkınız için onu da düşünüyorsunuz.. Ya da hangi
durumlara katlanabilirsiniz? Yaptığınız
bir hatayı telafi edebilmek için kaç yıl çabalarsınız? Kaç yıl sürer pişmanlığınız?
Ne kadar küçük şeyle mutlu olabilirsiniz bu hayatta çok zengin de olsanız... Bir
akşam yemeği ne kadar güzel olabilir sizce? Ne kadar sevebilirsiniz aslında?
Size inanan kimseleri ne zaman bırakırsınız?
Yolun başında? Sonunda? Ortasında? Ben hiç bırakmam diyorsanız böyle aşık
olmamışsınız demektir... Zaten kitabı okuyunca böyle bir aşkı yaşamak mı yoksa
yaşamamak mı en büyük nimet ?Kararsız kalacaksınız.
Dün aksam konuştuğum bir arkadaşım Orhan Pamuk
kitaplarının akıcı olmadığından bu
yüzden okumak istemediğinden bahsetti. Vakit olmadığı için söyleyemedim ama
sabır ister Onun romanları ancak bir
kitabını bitirince bilirsiniz ki sonunda sizi götürdüğü uzun yolculuktan
yorgun, şaşkın ve hayran dönersiniz... Bu
kitabın yazarın İstanbul'da açtığı müzeyi gündeme getirmek için yazdığı
söylendi bazı çevrelerce ama ben romanı okuyunca sadece eşyalara sarılıp aşkını
yaşayan bir adam gördüm.Müzeyi merak etmedim diyemem ama zaten müze ye giriş
için gerekli olan şey yazarın bu kitabı. Şimdi sizce amaç müzeyi gündeme
getirmekse sizi neden bir roman okumaya davet etsin ki. Bilet satmaz mıydı sadece?
Ben daha çok romanı okutmaya yönelik bir müze kurduğunu düşünüyorum yazarın.
Eeee nesi kötü bunun? Hangimiz yazar olsak yazdıklarımız okunsun diye
çabalamayız? Başarısı tescillenmiş ödüllü bir yazar bunların hesabını yapar mı?
Bilmiyorum ama bu romanı okuyun... Bayılacaksınız.
Etiketler:
kitap,
kitapyorumu,
masumiyet müzesi,
okuma,
okuyalım,
orhan pamuk
9 Ocak 2015 Cuma
KAFAMDA BİR TUHAFLIK (ORHAN PAMUK)-kitap yorumu
Hepimiz
zaman zaman tuhaf olduğumuzu, kimselere benzemediğimizi söyleriz... Nev'i
şahsına münhasır... Haklıyız tabi ki ... Hepimiz biraz faklı, biraz tuhafız...
Ama ya tuhaflık kafamızdaysa ? İşte o zaman işler değişir değil mi ? Herkes
gibi olmamak güzel tabi, hatta herkes gibi düşünmemek de. Ama kafanızda bir
tuhaflık olduğunu hissederek yaşamak ... İşte o başka bir şey...
Herkesten
farklı düşünmek... Ya da aynı olaylara herkesten farklı tepkiler vermek.... Özgün olmak? Belki... Çünkü hangi
olay, hangi düşünce, hangi tavır, hangi duygu sizi tuhaf yapar görecelidir. Öyle
ki aslında evlenmeyi planladığınız kişiyle evlenmediğinizi fark etmek, dolandırılmak,
soyulmak, sizinle aynı imkanlara sahip kişiler alıp yürürken dünya malını, halen başladığınız noktada kalakalmak... İşte
bunlar çok başka şeyler ,bunlar eğer kafanızda bir tuhaflık yoksa asla kabul
etmeyeceğiniz, olur demeyeceğiniz şeyler... Eğer ortada ya da kafanızda bir tuhaflık yoksa
isyan etmez misiniz? İçten içe sizinle birlikte olan insanlara zehir etmez
misiniz dünyayı? Hayır mı ? O zaman bence siz de aynı Mevlut Karataş gibi
kafanızdaki tuhaflıkla yaşıyorsunuz.
Artık
modası geçmiş rağbet görmeyen mesleğinizden vazgeçmeyerek çevrenizdekiler o
günün şartlarında tüm fırsatları değerlendirirken arkalarından bakmak... Kolay
mı? Peki göz göre göre yaşadığınız mahalle sizin hiç değişmeyen yoksulluğunuza
inat,; daha kalabalık, daha keşmekeş, daha zor hale gelirken seyirci kalmak? Hatta
neredeyse yaşadığınız şehirde tek değişmeyen şey olarak hayatı sürdürmeye
çalışmak... İşte bizim Mevlut böyle bir
adam...
Bu
zamanda ne kolay aşık olmak, ne kolay ilişkileri tüketip sonuna gelmek .Oysa Mevlut
yüzüne bir kez baktığı bir kıza ölümüne aşık olup tüm hayatını ona adamaya
hazır aslan yürekli bir sevgili... Ama yapılır mı Mevlut'e ? Yapılıyor
işte...
Her
halükarda mutlu olmak zordur aslında, ama zoru başarıyor Mevlut; yaşadığı
sefalete acıyorsunuz ilk etapta ama kafasındaki tuhaflığa da özenmeden
edemiyorsunuz... ''Elindekiyle yetinmek'' sadece Mevlut'e söylenmiş bir söz olabilir
diyorsunuz. Mutluluğunu kıskanırken acısını da ta derinlerde hissediyorsunuz...
Gerçekten tarifsiz... Yıllar sonra elde
ettiklerinin aslında önceden elinde olanlardan daha kötü olduğuna inanıyor Mevlut.
Aklı hep Rayiha da, tek göz odalı evinde, boza güğümlerinde, yürümekte...
Ölümün
yanı başında huzur bulup mezar taşlarında mutluluk arayan bir karakter Mevlut..
Dedim ya güzel adam, bir o kadar da zor; ne de olsa kimselere benzemiyor...
Doymaya
geldiği memlekette yarı aç, yarı tok olmaktan memnun ömrünü tüketiyor... O şehrin
tükenişine tanık olarak hem de... Zor Mevlutun işi, çok zor... Ama ona her şeyi
kolay eden bir şeye sahip: kafasındaki
tuhaflığa...
Orhan
pamuk'un uzun süredir beklenen romanı KAFAMDA BİR TUHAFLIK; yazarın aslında
nasıl bir büyücü olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. O bir paragraflık
cümleleri okurken yorulup yoruldukça devam etme isteği duymak, sürekli şaşırarak
477 sayfa okumak, eğer biri sizi büyülemediyse mümkün değil. ama o Orhan Pamuk... Büyüleneceksiniz..
Etiketler:
kafamda bir tuhaflık,
kitap,
kitapyorumu,
okuma,
okuyalım,
orhan pamuk
KARDEŞİMİN HİKAYESİ (ZÜLFÜ LİVANELİ)-kitap yorumu
Klişe olan ama her zaman doğru olamayacak
bir sözle başlayacağım: ''Yalnız doğup
yalnız ölüyoruz hepimiz''. Yani aslında yalnız öldüğümüz ya da doğru deyişle
yalnız öleceğimiz doğru olsa da dünyadaki herkesin yalnız doğduğunu söylemek teknik
açıdan hatalı olabilir. Anne karnında yalnız olanlar olduğu gibi bu yolculuğa
tek başına çıkmayanları da unutmamak gerekli bence. Ben böyle söyleyince eminim ikiz kardeşlerden
bahsettiği mi anladınız. Ailemde ikiz oranı yüksek olduğundan belki de, ben pek
yadırgamam ikizleri aslında ama çok özenirim ikiz kardeş sahibi olanlara. Daha
bir damlayken sizinle aynı rahmi aynı anda paylaşan bir can daha olması onun
kalp atışlarını duyup varlığını hissetmek ne büyük nimettir ! Tıpa tıp size
benzeme ihtimali gerçekleşmese de sizinle aynı anda büyüyüp gelişen aynı anda
dünyaya gözlerini açacak olan bir kader arkadaşına sahip olmak büyük ayrıcalık
benim gözümde. Bu bahsettiğim dönemi hatırlamasak bile o bir kalbin sizinkiyle
birlikte attığını hissederek dünyaya gelmek ne güven vericidir, kim bilir?
Ben sevmem belirsizlikleri emin olmak isterim
bugün yanımda olan yarında benimle devam edecek mi diye. İşte eğer ikiziniz
varsa bu böyle olacaktır. Artık emin olabilirsiniz...
Doğuştan bir arkadaşa sahip olmak, hele
sizinle aynı kanı taşıyan bir arkadaşa sahip olmak hayata 1-0 galip gelmektir.
Çocukluğunuz boyunca 2 kişi oynanan hiçbir oyun için eve bir arkadaşınızın
gelmesini beklemeye gerek yoktur mesela. En yakın arkadaşınıza bile
söyleyemeyeceğinizi düşündüğünüz her şeyi hem kardeşiniz hem arkadaşınız olan
ikizinize anlatabilirsiniz pekala.
Hiçbir zaman yalnız kalmaktan
korkmazsınız. Hep yanı başınızdadır
ikiziniz...
Kitabımız işte böyle hissederek büyüyen ikiz
kardeşlerden birinin hikayesini merkeze alan harika bir roman. İkizini kaybetmek ondan haber alamamak nerde
hangi şartlarda olduğunu bilmeden yaşamak zorunda olmak bu dünyadaki diğer yarısını
yitirmek gece gündüz buna kafa yormak ne zor bir durum olurdu diyerek yaklaşık 200-250 sayfa okumak gerçekten oldukça etkileyiciydi
benim için.
Tabi bir de unutmak istediğimiz yaşamamış
olmayı dilediğimiz olayların izlerinden kurtulmak için beynimizin bize ne oyunlar oynayabileceğine şahit olacaksınız. Yokluğuyla sarsıldığınız
çok değerli insanlara olan özleminizi nasıl giderme yolları bulduğuna da...
İnsanoğlunun başka bir vücut tarafından
sarılıp sarmalanmaya nasıl ihtiyacı olduğunu bu duyguyu tatmin edebilmek için
ne yollar bulduğunu da göreceksiniz... Kalbinizin sancısını etraftan gizleyecek
kadar güçlü olan teninizin de ne denli hassas olabildiğini.... Canınıza
kastedecek kişinin etrafınızdaki en aciz ve yardıma muhtaç olduğunu
düşündüğünüz kişinin de olabileceğini düşüneceksiniz... Aşk neler yaptırır,
nelerden vazgeçirir tek tek
sorgulayacaksınız...
Hep istediğim şeyi yapabilmiş bir insanla tanıştım
bu kitapta: kitapla dolu bir dünya hayata kitapların gözünden bakıp , anlam vermeye
çalışan harika bir adamla Ahmet , Mehmet ...Kardeşlik ne harika bir duygu ya da
ne zor tek başına olmak...
Yine bir '' Zülfü Livaneli'' klasiği yine
ağzınızı açık bırakacak bir son... Tadını çıkarın...
Hayır bitmedi: Söylemek istediğim başka şeyler de var. Üç
haftadır yazmıyorum bu blogta neden mi çünkü her blog sahibinin düşebileceği
bir yanılgıya düştüm ilk etapta... Yalnızlık... Sanki kendi kendime yazıp
kendim okuyormuşum gibi hissetmek pek memnun etmedi beni. Herkesle aynı şeylerden zevk almayı aynı
konulardan bahsetmeyi, sevmeyi bekleyerek açmadım bu blogu elbette ama neredeyse
kimseden geri dönüş almadan sürekli yazmak gerçekten zormuş onu anladım bu
sayede... ''Yazıların çok uzun'','' Ben henüz o kitabı okumadım o yüzden yazını
da okumak istemedim'' gibi geri dönüşler
almak içimi burktu açıkçası zaten amacım okuduğum kitapları başkaları da okusun
başkaları da bu güzel hikayelerden haberdar olsun onlarda hangi duyguları
uyandırdığını anlatsındı. Ama sadece
sessizlikle karşılaşmak beni biraz zorladı sanırım yine de pes etmiyorum
teknoloji çağında hala benim gibi kitaplarla dolu bir dünya da yaşayan insanlar
olduğuna dair inancımı kaybetmeyeceğim. Kaybetmek istemiyorum en azından. Kitap kokusu güzeldir ,her kitap başka dünyadır.
Biraz yazmaya başlayınca gördüm ki yazmak konuşmak gibi değil, yazmaya
başlayınca gerçekten ne düşündüğümü daha açıkça anlatabildiğimi görmek beni
şaşırttı ve bu yüzden yazabilen kendini bu yolla anlatan tüm yazarlara
hayranlığım bir kat daha arttı bu nedenle ben de
yazacağım eminim bunu fark eden herkes de okuyacak hem kendini bulmak hem başka
dünyalara kucak açmak için okuyacak.. Yazmak güzeldir.. Ama yazılanları okumak
başka bir duygudur ben şu anda ikisini de yaptığım için gurur duyuyorum. Tabi ki yazar değilim ve öyle bir amacım da yok ama
neden düşünceleri mi yazıp paylaşmak istemeyeyim ki... Mutlu bir gün olsun ben mutluyum çünkü....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)